“Rabbim, onun göğsüne inşirah ver, göğsünü aç, genişlet… İşini kolaylaştır. Dilindeki düğümü çöz, ta ki sözlerini doğru anlasınlar.”
Yıllardır onu izliyordu. Yürüyüşünü, mücadelesini, şehre adanmışlığını… Genç yaşına rağmen taşıdığı sorumluluğu, yüklendiği emaneti… Kimler karşı çıkmadı ki ona? Kimler anlamazlıktan gelmedi? Ama o yılmadı. Çünkü biliyordu: Bu bir adamın değil, bir şehrin meselesiydi.
O artık yalnızca bir belediye başkanı değildi. O, Karabük’ün sesi, Karabük’ün umudu, Karabük’ün direnişiydi.
Ve şimdi, 36 yaşında, omuzlarında belki de bugüne kadar hiç kimsenin yüklenmediği kadar ağır bir sorumlulukla yürüyordu.
Korunması gereken ne varsa hepsini koruyacaktı. Mirası… Emeği… Hatıraları… Hor görülen mahalleleri, görmezden gelinen sokakları, unutulmuş insanları…
Çünkü bu sadece asfalt dökmek, bina dikmek değildi. Bu, bir medeniyeti yeniden ayağa kaldırmaktı.
Düşünceler içinde boğuluyordu. Birden gözlerine kan hücum etti. Gözleri doldu.
“Nedir bu genç adamın çektiği?” dedi içinden.
Gecesini gündüzüne katmış, şehri adım adım dolaşmış, elini taşın altına koymuştu. Ama karşılık hep aynıydı: Beklentiler, eleştiriler, iftiralar…
Gözünün önüne sahneler geldi…
Üniversite hayali kuran gençler… İş bekleyen emekçiler… Şehrin kenar mahallelerinde büyüyen çocuklar… Her biri onun sorumluluğuydu artık.
Sonra bir de o gözlerinin içine bakarak küçümseyenleri düşündü. “Yapamaz” diyenleri… “Tecrübesiz” diye yaftalayanları… “Gelsin de görelim” diyenleri…
Ve o gün geldi.
Geldi, gördü, çalıştı.
Hiçbir mazerete sığınmadı.
Hiçbir bahanenin arkasına saklanmadı.
Ne karalamalar, ne engeller onu yolundan döndürebildi.
Bugün, yine ayakta.
Bugün, yine Karabük halkının önünde.
Bu, sadece bir belediyecilik hikâyesi değildi. Bu, bir şehrin kendine yeniden inanma serüveniydi.
Gözleri yaşla doldu. “Neden?” diye haykırdı içinden.
“Neden bunca yük? Neden bunca vefasızlık?”
Ama içinde bir şey yeşerdi.
İnanç. Vefa. Hizmet aşkı.
Ve dudaklarından bir dua süzüldü:
“Allah’ım, onu koru.”
Orada, o meclis salonlarında, o sahada, o halkın arasında onun siluetini gördü.
Ama orada sadece o yoktu.
Karabük’ün gençleri vardı. Sanayinin emektarları, emeklileri, esnafları, anneleri…
O artık bir kişi değildi.
O, Karabük’ün vicdanıydı.
Gözlerini kapadı. “Bu benim şehrim” dedi. “Bu bizim yolumuz.”
Her şey gelip geçecekti.
Makamlar, unvanlar, seçimler…
Ama geride kalan iz unutulmayacaktı.
O, bir şehre yeniden umut vermenin, yeniden ayağa kaldırmanın mücadelesini veriyordu.
Ve belki de en büyük zaferini; bir selin ortasında halkın elini tutarken, bir sokak çocuğunun gözlerine bakarken, bir yaşlının duasını alırken kazanmıştı.
Ve o gün, Karabük sokaklarında onunla yürüyen on binlerin içinden bir ses yükseldi:
“KORKMA!”
Sonra bir ses daha:
“Allah seninledir.”
Ellerini kaldırdı.
“Allah’ım, bu şehre merhamet et.”
“Allah’ım, bu şehre huzur ver.”
“Allah’ım, bu şehre hizmet edenleri koru, yücelt.”
Ve gözleri dolu, sesi titrek ama yüreği dimdik bir şekilde haykırdı:
“Seni seviyoruz, şehrine kendini adamış dava adamı!”