Gazetecilik yerlerde sürünüyor. Besleme basının yerini yandaş basın aldı günümüzde. Muhalefet yapan basın yaşama iklimini bulamıyor. Bir de "Ana akım medya" denilen bir şey uydurdular. Çay simit gazeteciliği yerini dolar gazeteciliğine bıraktı. Maaşlarını dolarla alan gazeteciler her şeye sahip oluyorlar. Onların yatları, katları, hanları, apartmanları var. Muhalefet yapan gazeteciler ise geçimlerini zor sağlar durumdalar. Muhalefet yapabilen, eleştiri getirebilen gazete sayısı bir elin parmakları kadar yok. Yandaş denilen basın ise onlarca...Onlar, şak deyince yapan, yat deyince yatan cinsten gazeteciliği yeğliyorlar. Yerel gazetelerin solukları kesilmek üzere. Batmaları için her şey yapılıyor. Haber artık namus olmaktan çıktı. Bir kazanç kapısı olarak görülüyor. Peki, neden böyle oldu? Çünkü, İstanbul'da Cağaloğlu, Ankara'da Rüzgârlı öldü. Gazeteleri artık gazeteciler çıkarmıyor. Holding sahipleri, inşaatçılar, hortumcular, kaçakçılar, bankacılar, mafya bozuntuları bile gazeteci oldular. Onların gazeteci olduğu yerde gerçek gazetecilere yer kalmadı. İhale kapmak için, iş takipçiliği yapmak için gazetecilik yapanlar türedi. Onların bir elleri yağda bir elleri balda. Gerçek gazeteciler ise ay sonunu getirebilmek için dört takla atmaktalar. Durum bu olunca yandaş basın mensupları, karalama, iftira, yalanla sayfalarını doldurabiliyorlar. Zaman zaman bunların aynı manşeti kullandıklarını görebiliyoruz. Aynı haber değişik gazetelerde servis edilebiliyor. Bunların işleri güçleri iktidara yalakalık yapmak , parlatmak ve muhalefete laf atmaktan ibaret. Bir de ana akım medya dedikleri var. Bunların içinden "alo Fatihler" çıkabiliyor. Bu tür gazetecilerin en büyük özellikleri de ülke yangın yerine dönmüşken, gözlerini ve kulaklarını kapatıp, seslerini kesmek. Yani, suya sabuna pek dokunmuyorlar. Dokunamıyorlar desek daha doğru olur sanırız. Rahmetli Celal Vardar, bu tipler için "Suya dokunmazmış/Sabuna dokunmazmış/ Pise bak" demişti. Şimdilerde, suya sabuna dokunmayanlar çoğaldı. Gerçi onlar, "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" noktasındalar. Bu tiplerin birçoğu mürekkebin kokusunu tatmış, haberin heyecanını duymuş olamazlar. Öyle olmasa, bu kadar yalaka, bu kadar yaltak, bu kadar yandaş, bu kadar duyarsız kalamazlardı. Bu meslekte haber peşinde koşarken şehit olanlar oldu. Onlar, onurlarıyla yaptılar bu mesleği. Kalemlerini kırdılar ama, satmadılar. Mahalle yanarken, " oruspu saçlarını tararmış". Öyle demişler atalarımız. Ne de güzel demişler. Şimdi mahalle de yanıyor, kalemler de satılıyor. Ülke yangın yerine dönmüşken, direnen kalemlerin varlığı bir teselli olmalı millete. Direnenler yüz akıdırlar. Tarihi onlar yazacaklardır. Kimi meslektaşlarımız mapusta ama bizler dışarıda özgür değiliz. Halk böyle iken, direnirken küçük nüansları bırakıp tam anlamıyla bir dayanışmaya girmenin zamanı gelmiştir. Çünkü, ülkemiz, ipek bir halı gibi elimizden kayıp gitmektedir. Böylesine zorlu bir süreçte, bu toplumu yine gazeteciler, yazarlar, çizerler, aydınlar aydınlatabilir. Hiç kimsenin yakınmaya, yüksünmeye hakkı yoktur. Karanlıktan kurtulmanın yolu, bir mum da sen yak olmalıdır. Aynen, Ulusal Kurtuluş Savaşımızda olduğu gibi çoban ateşlerini çoğaltmalıyız. Bu çoban ateşleri ülkeyi aydınlığa çıkaracaktır. Bu çoban ateşlerinden birisi de yerel gazeteler, televizyonlar, yerel gazeteler ve internet siteleridir .Onların paraları, pulları, televizyonları, gazeteleri varsa bizim de yurt sevgisiyle çarpan kalbimiz, kırılmayan kalemimiz vardır. Suya sabuna dokunan, gerçekleri haykıranlar olduğu sürece karanlıklar aydınlığa tez zamanda dönecektir.