14 Mayıs seçiminde 8.352.496 seçmen oy kullanmamış. Bu sayı seçmen sayısının yüzde 13.0275'ine karşılık geliyor. "Bana ne! Benim bir oyum mu sonucu değiştirecek?" diye düşünenlerin sayısıdır bu. Bu düşüncenin değişik örneklerini yaşamın her alanında görmek mümkün. En basitinden oturduğunuz sitenin yönetim kurulu toplantılarına bakın. Kaç kişi geliyor. Geçtiğimiz ay bizim sitenin toplantısı vardı. 70 daireli sitede toplantıda sadece 9 kişi idik. Tuhaftır! toplantılara katılmadıkları halde en çok şikayet edenler bunlardır. Seçimler istediği gibi sonuçlanmadığında da hep bu tipler konuşur. 28 Mayıs, Pazar günü, ülkenin geleceğini belirleyecek olan çok önemli bir seçime daha gidiyoruz. Bu defa, katılımın daha düşük olacağını düşündüğüm için böyle bir yazıyı kaleme alma sorumluluğu hissettim. Olaylar karşısında, tepkisiz ve sessiz kalan milyonlarca insan var; - Ülkeyi ve yaşadığı kenti yönetenlerin yanlış politikalarına, - Emperyalistlere uşaklık eden siyasilere, - Vatana, millete, bayrağa dil uzatanlara, - Kadına şiddete ve kadın cinayetlerine, - Çocuk istismarcılarına, - Hayvanlara eziyet edenlere, - Doğayı ve çevreyi katledenlere, - Hırsızlara, arsızlara - Kul hakkı yiyenlere, - Liyakatsiz insanlara makam mevki dağıtanlara... Bu liste uzar gider. Okumuyoruz, araştırmıyoruz, sorgulamıyoruz. Ulusal güvenliğimizi ilgilendiren bir meselede dahi iktidarıyla ve muhalefetiyle tek yumruk olamıyoruz. Sanırım bu sadece bize özgü birşey! Neden bu kadar duyarsız bir toplum olduk? Alıştık mı? Alıştırıldık mı? Kanıksadık mı? Nedir bu vurdum duymazlığın nedeni? Nasıl olsa birileri tepki gösteriyor, ben göstermesem de olur. Öyle mi?! 1913 yılında, beygirlerin performansını araştıran Fransız mühendis Maximilian Ringelmann şunu keşfetti: Bir faytonu çeken iki koşum hayvanının performansı tek bir beygirin performansının iki katı değildir. Bu sonuç karşısında şaşkınlığa uğrayan Ringelmann araştırmalarını genişletip bunlara insanları da dahil etti. Bir grup erkeğe halat çektirip her birinin harcadığı gücü ölçtü. Ortalamada, birlikte halat çeken iki kişi, tek başlarına çekerken harcadıkları gücün sadece %93’ünü, üç kişi çekerken %85’ini, sekiz kişi birlikte halat çekerken de ancak %49’unu harcıyordu. "Ringelmann Etkisi" denilen bu fenomen, bireylerin performansları doğrudan görülemez olduğunda, bir gruptaki birey sayısı arttıkça gruptaki her bireyin verimliliğinin düşeceğini gösterir. Öğrenci olduğunuzu ve öğretmeninizin sizin diğer 10 arkadaşınız ile birlikte bir proje yapmanızı istediğini düşünün. Öğretmen yerine iş yerinizdeki bölüm müdürünü de koyabilirsiniz. Bu işi tek başınıza yapmak zorunda kalsaydınız, işi öncelikle bölümlere ayırır ve hemen çalışmaya başlardınız. Bununla birlikte, bir grubun parçası olduğunuz için muhtemelen bir miktar kaytaracaksınız. Sonuçta projenin her kısmıyla ilgilenmenize artık gerek yok. Gruptan bir başkası bu işi sizin yerinize zaten yapacak. İşte bu sorumluluğun dağılması durumuna Sosyal kaytarma (Social Loafing) deniyor. Hiç dikkat ettiniz mi? Ortak bir davada, hak arama mücadelesinde hep birileri öne çıkar ve sorumluluk alır. Kahramanca tüm gücüyle mücadele eder. Diğerleri onu izler, az sayıda birileri de gerçekten destek olur. Bazıları da hariçten gazel okur, akıl verir ama sorumluluk almaz. Sorumluluğu üstlenecek hep bir lidere ihtiyaç duyarız. Neden kaytarıyoruz, neden çok olamıyoruz, birlik olmayı, tek yumruk olmayı, güçlü olmayı beceremiyoruz? Ne dersiniz? Yaşadığımız olay: Maximilian Ringelmann'ın ta 1913 yılında keşfettiği toplumsal bir hastalık olan "Social Loafing" mi acaba?