22 Şubat, 2018 08:36 tarihinde yayınlandı /Güncelleme: 05.10.2024 08:13
A+A-
Bu Yazıyı Paylaş
veya linki kopyala
ABD HİÇ OSMANLI TOKADI YEDİ Mİ ?
Yedi, hem de en sunturlusunu.,
Birkaç gün önce sayın Cumhurbaşkanı, ABD yetkililerinden birinin Münbiç konusunda, “bizi vururlarsa sert karşılık veririz” sözlerine “ ömürlerinde hiç Osmanlı tokadı yememiş oldukları çok açık” şeklinde bir gönderme yaptı.
1766 yılına kadar sömürgesi olduğu İngiltere’ye karşı verdiği bağımsızlık mücadelesini kazanan ABD, diğer ülkelerle ilişki kurmak, ticari ve ekonomik olarak gelişmek istiyordu. Bu amaçla denizlere açılmak öncelikli hedefleri arasındaydı.
Akdeniz, 18. yüzyılın sonlarına kadar adeta bir Türk gölüydü ve Kuzey Afrika Osmanlı hakimiyeti altındaydı. “Garp Ocakları” denilen bu bölge, Tunus, Cezayir ve Trablusgarp adıyla üç eyalete bölünmüştü. İstanbul’dan atanan valilere karşın bu eyaletlerin iç meselelerine karışmak istemeyen Osmanlı sorunların çözümünü eyaletlerin ileri gelenlerinden oluşan “divan”lara bırakmıştı. Bu ileri gelenler içlerinden birini reis olarak seçer, padişahın onayından sonra “Bey” veya “Dayı” ünvanını alan kişi hükümdarın vekili sıfatıyla kendi kadrosunu kurarak eyaletin yöneticisi kabul edilirdi.
Özellikle ege kıyılarından seçilen askerlerin ve leventlerin oluşturduğu Osmanlı gemileri Akdeniz’de devriye geziyor, imparatorlukla ticaret ve Türk denizlerinde dolaşma anlaşması yapmamış olan gemileri yakalıyor, personelini esir alıyor ve mallarını yağmalıyordu. Bir anlamda korsanlık ta sayılan bu faaliyet İstanbul’un sıkı bir kontrolu altında yapılıyordu.
Bu dönemde Türklerin egemenliğindeki Akdeniz’de rahatça dolaşabilmek için Fransa yıllık 200 bin, İngiltere ise 280 bin İspanyol Doları Osmanlı’ya vergi veriyordu.
İşte kuruluşundan yaklaşık yirmi yıl sonra ABD gemileri Akdeniz’e girmeye, yeni limanlara ulaşarak ticari gelirlerini artırmaya heveslendi. ABD’nin Osmanlı ile bu bağlamda bir anlaşması yoktu. 25 Temmuz 1785’ te Boston limanına kayıtlı Kaptan Isaak Stevens’in Maria gemisi, ardından Philadelphia limanına kayıtlı Kaptan O’brien’in Dauphin isimli gemisi esir alındı., malları yağmalandı, personeli Cezayir’e götürüldü. 1793 Ekim ve Kasım aylarında 11 Amerikan gemisi daha aynı akıbete uğrayınca ABD Kongresi 27 Mart 1794’te Osmanlı Denizcilerine karşı koyabilecek bir donanma için savaş gemileri inşa edilmesini kabul etti ve bu amaçla Başkan George Washington’a 680 bin dolarlık bir harcama yetkisi verdi.
Bu arada Başkan olayların yarattığı endişe nedeniyle kongreyi bilgilendirerek 1795 yılında Joseph Donaldson Jr. Başkanlığında bir heyeti anlaşma yapmak üzere Cezayir’e gönderdi.
Heyet Cezayir Dayısı Hasan Paşa ile görüşerek Akdeniz’de ABD gemilerinin, taşıdığı yükün ve personelinin korunması için Osmanlı’dan ricada bulundu. Osmanlı bu korumayı üstlendi ve Cezayir Dayısı Hasan Paşa ile Joseph Donaldson Jr. bu anlaşmayı ülkeleri adına imzaladılar. Barış ve dostluk anlaşması olarak tarihe geçen bu anlaşma, 2 Mart 1796’da ABD Senatosu tarafından da onaylandı.
Anlaşmaya göre Cezayir’de bulunan esirlerin bırakılması için Hasan Paşa’ya 642 bin 500 dolar haraç verildi. Ayrıca ABD her yıl için 21 bin 600 dolar tutan bir vergi de ödeyecekti. Yalnız bu anlaşmanın bir özelliği vardı. Şimdikiler gibi değil !, İngilizce’de değil...Tamamı Osmanlıca kaleme alındı bu anlaşma ve her maddenin sonu da “ VESSELAM “ diye bitiyordu.
Bu anlaşmayı 4 Kasım 1796’da Trablusgarp, 28 Ağustos 1798’de Tunus dayıları ile yapılan anlaşmalar izledi.
ABD, 1824 yılına kadar tam 29 yıl bu anlaşmaların gereği olan ödemelerini Osmanlı’ya düzenli olarak yaptı.
Günümüzden tam 223 yıl önce yediği bu tokadın acısını hala unutamamış olan ABD, “dost, müttefik, stratejik ortak” yutturmacalarıyla yaklaşık 150 yıldır;
Anadolu’da açtığı okullarıyla, konsoloslukları ve misyonerleriyle,
Wilson Prensipleriyle, Kürdistan, Ermenistan, Lazistan kurma çabalarıyla,
Marshall planlarıyla,
Havacılık sanayimizi baltalamasıyla,
Barış Gönüllüsü diye gönderdiği ajanlarıyla, İncirlik’ten havalanan U-2 casus uçaklarıyla,
1963-64’lerde Kıbrıs’ta soydaşlarımız katledilirken müdahale yapmamızı engellemesiyle,
Sözde soykırım şantajlarıyla,
Komünizm tehdidi ile bizi Sovyetler Birliği’nin hedefi yapmasıyla,
2 Ekim 1992’de NATO tatbikatında Saratoga uçak gemisinden atılan iki füzeyle Muavenet savaş gemimizi vurmasıyla,
Çekiç Gücü, Barzanisiyle,
17 Şubat 1993’te Eşref Paşa’nın uçağını düşürmesiyle,
Askerimizin başına çuval geçirmesiyle,
24 Temmuz 2002’de Nevada Çölü’nde gerçekleştirilen Türkiye’nin 96 saatte işgal edilmesi provasıyla,
Lozan’ı hala tanımamasıyla,
Darbeleriyle,
PKK’si, FETÖ’sü, PYD’siyle her halde bunun intikamını alıyor.
Fikret GÖKÇEKıbrıs Gazisi-Mak.Müh.