Shakespeare’in zihninde dünya bir sahneydi. Dört yaşındaki oğlum için dünya nedir, merak ediyorum. Pynchon’ın son romanı Bleeding Edge’in ışığından baktığımızda ise dünya bir ekran. Mevzuu buradan Black Mirror’a kadar uzatabilir ve böylece hem karmaşıkmış gibi görünen hem de hacimli bir yazı ortaya koyabilirim fakat bunu başaramamaktan da korkmuyor değilim. O yüzden tasarladığım şekilde devam etmeye çalışacağım.
Sanatkârların düğümlerle doğduğu konusunda sizler de biraz düşünürseniz hemfikir olabiliriz. Ve tabii feylesofların düğümlerle doğmadıklarını da söylememiz gerekir, tıpkı gassallar gibi. Fakat elbette feylesofları bu konuda gassallardan ayıran en önemli noktayı da dillendirmeliyiz. Feylesoflar sanatkârlar gibi düğümlerle doğmazlar lâkin yaşarken düğümlerle bezerler kendilerini. Sanatkârlar düğümlerinden kurtulmak adına icra ederler, feylesoflar düğümlerden haz alırlar. Bir heykeltıraş için dünya yontulmamış bir kayanın yüzü olabilir, bir ressam için ne olacağını düşünmek zor olmasa gerek, fakat bir feylesof için cevap vermek kolay olmayacaktır.
Her şey zıddıyla kâimdir. Peki, neredeyse bütün sanatkârların her vakit bekledikleri, kimi zaman bir kadın yüzünden, kimi zaman bir dalın kırılışıyla ortaya saçılan, o ilham denilen şeyi kâim kılan nedir? Bunun cevabını arayan bir yazı değil bu, bu sebeple düşünerek vardığım sonucu hemen söyleyeceğim. Sanatkârın kendisi. İlham denilen şeyin asıl engelleyicisi, onun kendi dışındaki diğer bütün özelliklerini barındırandır sanatkâr. Yoksa nasıl ulaşabilirdi ona?
Peki, bir feylesof için dünya denilen şeyin, ilham denilen o şey olduğunu düşürsek, ortaya ne gibi bir şey çıkacaktır. İçler dışlar çarpımı yapmak gerekir mi? Elbette. Fakat bunu da bu yazı içerisinde yapmayacağım.
O son megabaytı harcadığımızda, o son sözü mırıldandığımızda ve o son şarkı da tamamlandığında, geriye, geride kalamayacak olan o hiç kimse için hiçbir şey ifade etmeyecek -tabii bütün ifadesizliklerle- şimdiden çevrelenmiş, kapanmış ve herkes için yeniden ve yeniden ve belki de sürekli bambaşka şeylere bürünen bu dünyada, kimdir o ki ‘insan’ denen, o hiçbir şey anlamazmış gibi duran, durduğunda bile bir yıkımı başlatabilecek olana bir şeyler anlatabilsin?
O’nu arıyor gibi hissetmenin ötesindeyim çoğu zaman. Kalabalıkların uğultusuyla birçok defa geri çağrılıyor olsam da. Ondan insanlara anlatmayı öğrenmek için değil, ondan dinleyince, yapabileceğinin neticesi olabilmek için. Benim için dünya nedir? Ve o kimdir? Roman cevap verebilir mi? Vermese de… Bana roman düşündürttü bunları.
Tugay Kaban