Bir insanın ilk çatışması kendisiyledir. Sonrasında sıra diğer insanlara gelir. En nihayetinde ise tabiat vardır. ‘Şehir insanı’ ile ‘diğer insan’ şeklinde iki ayrım yapsak, sanırım bir çok mevzuun çerçevesinde, anlamlı ve yerinde bir iş yapmış oluruz. Diğer insanın, yukarıda yaptığım çatışmalardan hepsini yaşadığını biliyoruz ve bu bilgimizi rahatlıkla tasdik ettirebiliriz. Fakat şehir insanı, yukarıdaki çatışmalardan birinden, gayrı tutulduğunu çoğu zaman kavrayamaz. Şehir insanı için mesela yağmur ve kar felakettir. Yaşamı aksatır. Ve bu aksamayı birbirlerine haber verirlerken, “esir alındıklarını”, “felce uğratıldılarını”, “zor anlar yaşadıklarını” dillendirirler. Şunu araya sıkıştırayım, yazımın başında aktardığım çatışmaların hepsi, aynı derecede, insanlar için önemlidir. Fakat bu önemin üzerine düşünmek için pek çaba gösterilmez. Bu düşünceler yakın zamanda İstanbul’a yağan şiddetli yağmur sırasında aklımdan geçti. Mevzu aklıma ilk önce bir sualle geldi. “Yağmuru neden çok seviyorum böyle?” Yağmur yağdığı için mutlu olmuştum. Gökgürültüleri yüreğime huzur veriyordu. Tabiatın konuşmaya çalıştığını hissettim bir anda. Buradayım diye bağırıyordu sanki bana. Konuş benimle diyordu. Fakat. Fark ettiğim şey bana büyük bir acı hissettirdi. Onu tanımıyordum. Onun dilini bilmiyordum. Onu anlayamıyordum. Yalnızca onu seviyordum ve hissediyordum. Şehir insanının felaketi ne yağmur ne kar ne de kuraklık aslında. Şehir insanları genel olarak tabiatın dilini bilmiyorlar, onu tanımıyorlar ve doğal olarak anlayamıyorlar. Böylece kısa yoldan, ondan korkmak ve onu sevmemek hissiyatıyla çevreliyorlar kendilerini. Ve nihayetinde, onun anlattıklarını ölçüp biçemedikleri için, aslında kendi felaketlerini kendileri doğuruyorlar. Sonra ise insanların, doğanın dilinden neden böyle uzaklaşmış olabileceklerini düşünmeye başladım. Bütün şehir insanları aynı mıydı? Elbette böyle bir şey olamaz. Düşündüklerim, genel hattı oluşturanlar, kaideleri oluşturanlardı. Peki, istisna olanların artıları nelerdi? Neydi onları istisna yapan ve ne yazık ki kaideleri bozamayan bir hâle gark eden? Aklıma cevap olarak birkaç şey geldi fakat burada tek bir şeyi dillendireceğim. Roman okumak! Roman okuyan her insan tabiatın diline âşinadır. Roman derken, Sally Rooney romanlarından bahsetmiyorum elbette. Sally Rooney okuyan birinin kendisine saygısı olduğunu düşünmek oldukça zor. Kadir Daniş romanları diyebilirim bir kaç açıdan. Fakat gerçek bir örnek vermek gerekirse, o isim kesinlikle Yukio Mişima. Mişima tabiat lisanının elifbasını insanlara roman yoluyla aktarabilen Allah vergisi bir çapa sahip. Özellikle Bereket Denizi dörtlemesini okuyanlar bana muhakkak hak vereceklerdir. Son paragrafı tereddütle yazmaya başladım, zira ne demeli şimdi? Düşünüyorum, şu kesin diyorum içimden: Postmodern roman okuyacak birinin en evvel Mişima okuması gerekir. Kadir Daniş okumak da günah değil elbette. Tugay Kaban