Sabahın ilk ışıklarıyla birlikte sokağa atardık kendimizi. Üstümüz başımız uykudan izler taşırdı ama içimizde büyük bir heyecan olurdu. O gün ne oynanacak? Kim hangi takımda? Top kimin? Bu sorular bile bir günün kaderini çizecek kadar önemliydi. Sokaklar bizim evimizdi; köşe başındaki bakkal, toprak sahaya dönüşen boş arsa, ağaç gölgesinde içilen gazoz… Her şey tanıdıktı, her şey bizimdi.
Oyunlarımız dijital değildi ama gerçeğin ta kendisiydi. İstop oynarken yere düşen bir çığlık, saklambaçta nefesini tutan bir heyecan, sek sek taşının çizgilere değmeden zıplayışı... Her detay bir sahneydi, biz başrolü oynardık.
Plastik toplarımız vardı, yamalıydı belki ama ruhumuzun tek parçasıydı. O topa attığımız her şut, hayallerimize bir adım daha yaklaştığımızı düşündürürdü bize. Çünkü biz inandığımız şeylerle büyüdük.
Evde internet yoktu ama pencerelerden sarkan annelerin sesi her şeyi bağlıyordu birbirine. “Yemeğe gel!” diye bir ses duyulunca bütün oyun donar, dünya bir anlığına dururdu. O çağrı kutsaldı; geri dönülmesi gerekirdi, çünkü orası evdi, orası güvendi.
Cumartesi sabahları ayrı bir şölen olurdu. Tek kanal vardı ama bizim için yeterdi. “He-Man” ile cesur, “Ninja Kaplumbağalar” ile eğlenceli, “Barış Manço” ile umut dolu olurduk. Televizyon ekranı küçüktü ama hayal dünyamız sınırsızdı.
Ve şimdi, her şey bu kadar kolayken, o zor ama gerçek zamanları daha çok özlüyorum. Her şeyi cepte taşıyoruz ama yüreklerimizde ne var, emin değilim. Eskiden hayal kurmak için geceyi beklerdik, yıldızlara bakardık. Şimdi ekranlardan başka bir yere bakamaz olduk.
Keşke diyorum bazen… Sadece bir günlüğüne… Mahalle aralarındaki toz bulutuna karışabilsem. Yere düşen ipi tekrar elime alabilsem. O sokak lambasının altında, bir kez daha istop oynayabilsem.
Çünkü biz sadece çocuk olmadık. Biz başka bir dünyanın şanslı tanıklarıydık. Saf sevginin, içten dostluğun, kirlenmemiş hayallerin zamanında büyüdük.
Ve o yüzden, her şeyin bu kadar hızlı aktığı bugünün dünyasında, kalbim hala bir sokak lambasının altında, çocukluğunu bekliyor.