‘’İnsanlık tarihinin hiçbir döneminde böyle bir vahşet yaşanmadı! Rum’lar kendileri için kutsal saydıkları o gece; yüzlerce Kıbrıs Türk’ünü acımasızca katlettiler. O insanlarımız sanki Noel uğruna adanmış kurbanları idi…’’ (21 Aralık 1963)
Bu gün bu satırları kaleme alırken, insan olarak kalabilmenin ne kadar büyük bir erdem olduğunu daha iyi anladım.
Ancak tarihin sesiyle, belgeleriyle aşağıda yazmaya çalışacağım olaylar da, canavarlaşmış ruhları ile insanoğlunun nasıl bir ölüm makinesi haline gelebileceğinin en çarpıcı kanıtlarıydı…
21 Aralık 1963 gecesi eli kanlı Rum çeteleri bir gecede sadece Türk oldukları için yüzlerce cana kıydı, o insanlarımızın yaşam hakkını elinden aldı…
Rum çeteleri çoluk, çocuk, yaşlı, genç, hasta, bebek demeden müdafaasız yüzlerce insanımız; sadece Türk oldukları için o kutsal gecede katledildiler.
O katliamların yapıldığı tarihten 3 yıl önce adada yepyeni bir ortaklık cumhuriyeti kurulmamış mıydı?
Hani, Rumlarla, Türkler iç, içe yaşayacaktı?
Hani, Akdeniz’in orta yerinde kurulan bu ada barışın simgesi olacaktı?
Değerli okur;
Kıbrıs Türk’ü, o ölüm gecesini hiç unutmadı. K.K.T.C.’de o acıların tanıkları halen hayatta.
Bugün 21 Aralık 2016: Tam 53 yıl kaldı o kapkara, kanlı gecenin ardında. Neredeyse bir ömür…
Her 21 Aralık geldiğinde, o hafta:
‘’Şehitler Haftası’’ olarak bilinir, K.K.T.C.’de anma törenleri yapılır. Kıbrıs Türk’ü o acı dolu dönemi hatırlar, her evinden dualar yükselir, mevlitler okunur. Çünkü adada yaşayan her Kıbrıs Türk’ünün yüreğinde kalan bir şehit acısı vardır…
Ama ada tarihi boyunca Kıbrıs Türk’üne çektirmediği acı, yapmadığı insanlık dışı katliam kalmayan Kıbrıslı Rumlar; o gece için; ne bir özür dilemişler, ne de aşağıda okuyacağınız alçaklıkları yapanları cezalandırmışlardır..!
İşte,
‘’Tarihten Gelen Çığlık!‘’ Unutuldu sanılan o insanlık suçu, Rum’un yıllardır özür bile dilemediği o vahşet dolu günler:
‘’21 Aralık 1963 günlerden cumartesi, saat 14.30… Baf Kapısı polis merkezinde bir ateş kes toplantısı yapıldı. Toplantının amacı Lefkoşa’da devam eden çatışmaların sona erdirilmesi idi! Ancak bu toplantıdan hiçbir sonuç çıkmadı. Rum’lar, Cornaro Hotel’in çatısından, Lefkoşa Kulübünden, Severis Un Fabrikasından Türk tarafında, duvarların kuzeybatısına düşen Kumsal’a ateş açtılar; akşam yapacakları saldırı için hazırlanıyorlardı aslında..!
Dr. Küçük, arabasıyla Girne kapısından, Girne caddesine geçerek, Lefkoşa’nın içerisine girdi. Gazete bürosunun üzerindeki kendi evinin bulunduğu binanın arkasındaki geniş, boş araziye açılan, dar yola doğru döndü…
İlk toprak yığınları buradaydı. Alt üst edilmiş toprağın, temiz, taze kokusu havaya yayılmıştı. Dr. Küçük, etrafa bakarken, yeni kazılmakta olan bir mezar için taşlara çarpan kazma seslerini işitiyordu…
Döndü, dolaşmaya başladı. Av tüfeklerini kollarında ihtimamla tutan, sakalları uzamış adamlar ona selam durdular. Kadınlar kolundan tutarak; kocalarından, oğullarından, akrabalarından, çocuklarından haber almaya çalışıyorlardı…
Dr. Küçük; başı ile selam vererek, kalabalığın arasından geçti. Sorulanlar ile ilgili hiçbir haber alamamıştı. Başka yerlerde süren çatışmalarla ilgili çok az bilgisi vardı. Dağıtabileceği yiyecekten de yoksundu…
Yaralılar taşınıyordu…
Yaralıları, Girne caddesinde bir evde oluşturulan, derme- çatma hastaneye kadar izledi, eczaneler malzemelerini bu hastaneye vermişlerdi, fakat mermi yaralarını gerektiği şekilde tedavi edebilecek tek hastane, Rum kesimindeki Genel Hastane idi. ( Noel arifesinde, öğleden sonra, Lefkoşa Genel hastanesinde bulunan 21 Türk hasta ortadan kaybolmuştu! Kıbrıslı olmayan bir hemşirenin anlattığına göre bir grup silahlı Rum; hasta koğuşlarına gelmiş, çoğu ameliyatlı olan Türk hastaları bağırta, bağırta bilinmeyen bir yere götürmüşlerdi. Bu hastalardan bir daha haber alınamadı…)
Yaralılar için kan bulunmuyordu. Gönüllülerden kan sağlamak için malzemede yoktu. Ciddi yaralılar; eski, yıpranmış evin dökülmekte olan tavanının altında, mermerlerin üstünde ölüyorlardı…
Sonuç umutsuz gözükse de, Dr. Küçük ve Örek, savaşın sona erdirilmesi için gayret gösterirken, bu son direnişe bir başkası nezaret ediyordu;
Bu kişi; Kıbrıs Türk Cemaat Meclisi Başkanı Rauf Denktaş’tı.
Noel savaşı sırasında küçük kırmızı arabası ile barikatları dolaşıyordu. Üzerinde çizgili avcı ceketi, başında beyzbol şapkası, sağlam yapılı görünüşü ile Mücahitlerin arasına karışarak onları cesaretlendiriyor, onlara Rum’ların barikatları geçmelerine asla izin vermemelerini söylüyordu.
Mücahitler onu gördüklerinde sesleniyor, el sallıyorlardı. Kendileri ile konuştuğunda gülümsüyor, sonra mevzilerine dönüyorlardı. Onlar için Denktaş: savaşan Türk’ün sembolüydü, Kanlı Noel sırasında Türk direnişinin belkemiğiydi.
Lefkoşa ile Mirtu ( Çamlıbel ) yol ayrımında bulunan Ayvasil ( küçük Türkeli ) karma köyünde 120 Türk vardı…
O akşam vakti bir saatte Lefkoşa yönünden gelen arabalardan, kamyonlardan eli silahlı Rum’lar boşaldı! Bir süre köşedeki kahvede aralarında görüştüler, daha sonra da Türk kesimine yöneldiler.
Silahlar patladı, tüfek dipçikleri ile kilitli kapılar kırıldı. Türkler sokaklarda sürüklendi…70 yaşlarında bir Türk, evinin ön kapısının parçalanışını duyarak uyandı. Yatak odasından sendeleyerek çıktığında, evinin içinde silahlı adamlar gördü.
‘’Çocukların var mı?‘’ diye sordular. Şaşkınlık içinde ‘’Evet‘’ dedi.
‘’ Onları dışarı gönder!’’ Emrini verdiler.
19 ve 17 yaşındaki iki oğlu, 10 yaşındaki torunu acele giyinerek silahlı adamlarla beraber dışarıya çıktılar.
Evin duvarı önünde sıraya dizilmişlerdi. Silahlı adamlar hiçbir söz söylemeden, serinkanlı bir şekilde makineli tüfeklerini ateşleyerek onları ölüme gönderdiler…
Bir başka evde, elleri dizlerinin arkasına bağlanmış olan bir erkek çocuk yere atılmıştı. Ev yağma edilirken onu tekmeliyor, hakaret ediyorlardı. Sonra başının arkasına bir tabanca dayadılar, onu da vurdular.
Türkeli (Ayvasil) köyünde o gece toplam 12 Türk katledildi. Diğerleri ise; Rum’lar tarafından toplanmışlar, yol boyunca tekmelenip yumruklanarak birkaç mil uzaklıkta ki Şillura Köyündeki Türklerin yanına gönderilmişlerdi.
Gece kıyafetleri içinde çıplak ayaklarıyla soğuk havada, gecenin zifiri karanlığında sendeleyerek yürüyen Türk’lerin arkasından Rum’lar ateş ediyorlardı. Bu bölgenin hemen dışarısında çiftliklerde yaşayan dokuz Türk daha öldürülmüştü…
Ayvasil ve Şillura köyleri boşaltılmıştı! Kuzeyde ki Fota ( Dağyolu ) ve Pınarbaşına doğru emniyetli bölgelere gitmeye çalışan Türk’lerin; geride evleri, eşyaları ve Rum komşuları kalmıştı!
O komşular ki, şimdi emniyetli bölgelere çekilen Türk’lerin evlerini yağmalıyorlardı! Kutsal bir gün, sabahı karşılarken Türkler, Rum’un bu acımasız korkunç zulmünden kurtulmaya çalışıyorlardı...
Aynı saatlerde Lefkoşa surlarının kuzeyindeki Türk köyü Ortaköy’ün yanında, Girne yol ayrımında bulunan Kumsal bölgesine de 150 civarında silahlı Rum gelmişti…
O akşam, yaşlı bir Türk ev sahibi olan Hasan Yusuf Güdüm isimli şahıs, yanında karısı Feride, komşusu Ayşe Mora kızı Işın ve diğer kızı Növber ile Kumsal’daki kiracılarından; Türk Alayının baş doktoru olan Binbaşı Nihat İlhan’ın evini ziyaret ediyorlardı.
Binbaşı o kritik günler dolayısı ile alarm halinde olan Alayda görevinin başında idi. Karısı Mürüvvet, yedi yaşında, dört yaşında, altı aylık olan üç çocukları ve misafirleri ile birlikte evde dokuz kişiydiler…
Bu dokuz kişi yemek odasında akşam yemeklerini yerken, Bu sırada Severis Un Fabrikasının bulunduğu yerden, gece karanlığından da istifade ile elleri silahlı Rum çeteleri kurumuş olan Kanlı Dere nehir yatağının karşısına Kumsal bölgesine geçiyordu..!
Çok geçmeden bu çetelerin açmış olduğu ateş sonucunda silahlardan çıkan mermiler Dr. Nihat İlhan’ın oturduğu evin duvarlarına kuvvetli bir yağmur gibi vurmaya başladığında, yemek masası etrafındaki sohbet aniden kesilivermişti…
Herkes aceleyle ayağa kalktı, kadınlar çocuklarını ellerinden tutarak çektiler, ev sahibi Hasan Güdüm, hepsini evin arka tarafına götürdü. Dört kadın, dört çocuk, bir adam hepsi evin banyosuna girdiler ve kapıyı kilitlediler. Ev sahibinin karısı aniden kararını değiştirdi, banyodan dışarı çıkarak, tuvalete girdi ve kapıyı kilitledi.
Binbaşının karısı ve çocukları ile küvetin içerisine girdi. Altı aylık bebeğini kucağına almış kapıya doğru bakarken, diğer iki çocuğu ise; bacaklarına sıkı, sıkı sarılmıştı.
Korku içindeki üç kadın ve Hasan Güdüm kapının yanındaki köşelere sığındılar. Ayşe Mora bebeği Işın’ı korumak için bağrına basmıştı.
Evin giriş kapısı kırılarak açıldı..!
Gözlerinde vahşi bakışları ile insanlığından çıkmış olan caniler, ellerindeki makineli tüfeklerle evin içerisini taradılar…
Daha sonra ayak sesleri Binbaşının eşi ve üç çocuğunun bulunduğu kapısı kilitli banyo kapısının önüne geldi; canilerden birisi kapı kolunu zorlarken, diğeri Rumca ‘’Enosisi’’nasıl istersiniz diye bağırıyordu..!
Sonra, ateşlenen mermiler, banyo küvetinin içindeki Bayan İlhan ve çocuklarına isabet etti. Binbaşının çocuklarından birisi inledi, kısa bir darbe atışı ile Şehit edildi. Saldırganlar sonra yerdeki diğerlerini gördüler; silahlarında ki tüm mermileri de onların üzerine boşaltarak hepsini orada Şehit ettiler.
Evin sahibi, komşusu ve kızları da ağır yaralanmışlardı. Bir mermi de Işın bebeğin ayağına isabet etmişti. Tuvaletin kilitli kapısı, bu silahlı adamların dikkatini çekti. Kapı tüfek dipçikleri ile kırılarak ev sahibinin karısı dışarı çıkarıldı. Feride hanım’ın kafasına bir tabanca dayadılar. Bir kez ateşlendi, oracıkta Şehit edildi.
Katiller çığlıklar atarak, eğlenerek evin içerisini tahrip ettiler.Banyodan dışarı yayılan kan üzerinde kayarak dolap ve raflardaki eşyaları silahları ile tarayarak paramparça ettiler!..
Bebek Işın Mora sağ kalmış, yaralı ayağı birkaç operasyonla kurtarılmıştı…(Şu an da evli ve bir oğlu var. Lefkoşa’da Shakespeare Caddesi üzerinde Can adlı bir süpermarketi çalıştırıyor. Hafif aksak yürümesi, hiçbir şeyi idrak edemeyecek kadar küçükken yaşadığı mezalimi hatırlatıyor ona…)
( Yukarıda anlatmış olduğum tarihi gerçekler HARRY SCOTT GIBBONS’un 1997 yılında basılan ‘’ The Genocide Files ‘’ ( Kıbrıs’ta Soykırım ) adlı eserinden alınmıştır..)
Şimdi bu yazım aracılığı ile soruyor ve yanıtını istiyorum?
Siz;‘’Kıbrıslılık‘’oyununun ardına saklanarak, K.K.T.C.’de Rum’larla yeniden bir arada yaşamanın tuzağını kuranlar, ‘’Birleşik Kıbrıs‘’ senaryosunu yazanlar,
Siz; Rum’la iç, içe yaşayabiliriz yazılarıyla, halkımızın beynini bulandıranlar,
Türkiye’ye, Türk Askerine kabul edilemez suçlamalar ile saldıran kimi sendika yöneticileri, dernek temsilcileri,
Cepleri, mideleri ‘’Euro’larla, Dolarlarla’’ şişirilmiş bilinen vakıfların, kimi barakaların, platformun üyeleri,
Ve siz beyler;
Kıbrıs Türk Halkının adada ki var oluş nedenlerini müzakere masasında pazarlık konusu yapmaktan çekinmeyenler! GKRY Başkanlarının, siyasilerinin kankaları, yol arkadaşları!
Yukarıda anlatılan, belgeleriyle kanıtlı bu insanlık ayıbıyla ilgili olarak söyleyeceklerinizi duyalım?
Bu insanlık dışı olayları kitaplaştıran; o günlerde London Daily Express gazetesinin Ortadoğu temsilcisi olan bu cesur gazete muhabiri Mr. Gibbons gibi bu vahşete en azından:
‘’Bu Kıbrıs Türk’üne yapılmak istenen bir soykırımdır.’’ Demek cesaretiniz var mı?
Sakın ola ki, bunlar tarihin derinliklerinde kaldı!
Biz bunları tarihe gömdük, unuttuk; şimdi yarınların dostluğuna, Rum’larla bir arada olmaya bakıyoruz demeye kalkmayınız!
Bunun düşünülmesi bile bir hezeyandır.
O zaman sizleri; ne şehitlerimiz, ne milletimiz, ne kitaplardan sildiğiniz tarihimiz, ne de kendi vicdanınız affeder…
Sevgili Kıbrıs Türk Genci:
Şimdi sen; yukarıda anlatılan tarihi gerçekleri kitaplarında okuyamıyor, öğrenemiyorsun! Çünkü bu zulmü, atalarına uygulanan bu insanlık ayıbını bilmemelisin!
Sen; Güney Kıbrıs’ta yaşayan Rum’lara özenmeli, onların tarihini ‘’Kıbrıslılık’’ kimliği ile öğrenerek geleceğini birleştireceğin Genç Rum’larla kaynaşmalısın!
Milli değerlerini unutmalısın ki!
Vatan ve Bayrak ne demektir? Bu değerleri hiç hatırlamayasın! Ceddinin bu değerler uğruna Şehit olduğu sana bir şey ifade etmesin!
Geleceğinizin konuşulduğu bu kritik dönemde sizlere kabul ettirilmeye çalışılan çözümün hedefi bu…
Ama sizler, tüm bu oyunları bozacak kadar yürekli, Yüce Türk Milletine, Ceddine bağlı gençlersiniz.
Dilinizin, Dininizin, Milletinizin, Devletinizin, Bayrağınızın ne ifade ettiğini; gerektiğinde vatan toprakları uğruna seve, seve ölüme gitmenin yüce bir görev olduğunu bilenlerdensiniz.
O nedenle, asla bu teslimiyetçi oyuna gelmeyeceksiniz.
Dinleyin:
‘’ Tarihten Gelen Çığlık Sesleri ‘’; duyuluyor yine, 53 yıldan beri hep aynı tarihte! Ama bu sefer daha güçlü feryat ediyor 70’lik Hasan dayı, gelin kız Melek, o yiğitler yiğidi Mehmet, 7 günlükken katledilen Selen Bebek…
Onlara Toprak Ana bile ağıt yakmış ağlıyor; kurtlar, kuşlar susmuş bu insanlık ayıbını anlamaya çalışıyor!
Ya biz ne yaptık?
Anlatabildik mi yaşanan onca insanlık ayıbını? Duyurabildik mi diri, diri toprağa gömülen insanlarımızın feryatlarını?
Kelimelerin anlamı yok! Ne yazsam, ne anlatsam yaşatamam o günleri, getiremem o kefensiz bedenleri geri…
Şimdi vicdanımızın sesine kulak verelim. Eğer tarihimizde yaşanan bu olaylar bir milletin yok edilmesi soyunun kurutulması,
’’ Soykırım ‘’ değilse söyleyin ey insanlar: Biz buna ne ad verelim?
Türklüğümüz onurdur, tarihimiz gurur. İnsanlık tarihi bizi mert bilir, yiğit tanır. Ne ardımızda, ne de alnımızda böylesine kara bir leke vardır.
Kıbrıs Türk’üne bu insanlık dışı uygulamaları reva görenler; bize tarih sayfalarını karıştırtmayın, karıştırdıkça sabıkalarınız çoğalır!
Çoğalan her sabıka kaydınızın çığlıkları; önce Anadolu’dan, Rodos’tan, Girit’ten, Batı Trakya’dan gelmeye başlar, sonrasında da Kıbrıs’tan duyulur…
Yarım asır önce Kıbrıs’ta bu insanlık suçunu işleyenleri tarihin unutmaz hafızasına emanet ederek; tüm Şehitlerimizi rahmetle, minnetle anıyor, aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum.
‘’ Geçmişi ne kadar çok unutursak geleceği korumak o kadar zor olur.’’
Atilla Çilingir
www.atillacilingir.com
www.biyografi.info/kisi-atillacilingir
21 Aralık 2016