Geçenlerde Bergson’un ‘Gülme’ isimli eserini hatırladım. Belki bilenleriniz vardır. Gülmek nedir ve neden güleriz? Gülme üzerine kaç insan hayatı boyunca düşünmüştür? Oldukça az olduğu kesin. Gülme üzerine bile bir eser yazılmıştır en nihayetinde. Peki, ‘soru sormak’ üzerine yazılmış bir eser hatırlıyor musunuz? Neden soru sorarız, soru sormak nedir? Bunu hiç düşündünüz mü?
Eğer ‘soru sormak’ üzerine düşünmeye başlarsanız, bir süre sonra, hakikatle alâkalı sorular ile adalet ve beğeniyle alâkalı soruların artık birbirinden ayrı şeyler olduğunu göreceksiniz. Oysa eskiden (ne kadar eski?) hakikate dair sorulan sualler genel çerçeveyi oluştururlardı. Misal, kötü bir şey düşünün, ‘insan öldürmek’! Sualimiz ise şudur: İnsan öldürmek iyi bir şey midir? Hakikate dair bir cevap verecek olursak, diğer her şeye dair cevabı da vermiş olacaktık normalde ve diyecektik ki HAYIR! Fakat bugün hakikat için geçerli olan şey, misal adalete göre farklı bir cevap hâlinde karşımıza çıkabiliyor. Burada aklınıza bazı şeyler gelebilir. Bazı hukukî yahut şer’î terimler misal ve bunların neticesinde, söylediklerim mantıksız/tutarsız görünebilir. Verdiğim örnekte saf suçtan bahsediyorum. Yani ne kısas mevzuundan ne de taksirle adam öldürmekten bahsediyorum. Velhasıl bugün, hakikate dair verilen cevapların dışında, cevaplar olabileceğini kabullenmiş durumdayız.
Ya öyle ya böyle değil artık tercihlerimiz. Hem öyle hem böyle. Hem dünyayı hem de ahireti aynı anda istiyoruz. Hem yaşamak hem ölmek istiyoruz. Hem doymak hem aç kalmak istiyoruz. Hem bilmek hem okumamak istiyoruz. Elbette bu ve benzeri tercihlerin çoğu bize sunuluyor. Bize sunulan zaten, ya öyle ya böyle mi şeklinde değil. Biz ne hâldeyiz böyle?
İşte yine bir soru! Dikkat, siz ne hâldesiniz böyle, değil sual! Biz ne hâldeyiz böyle? Çünkü romanlar ‘siz’ demezler. Romanlar, size ‘ya öyle ya böyle’yi sunarlar ve ‘biz’ derler. Hakikate dair verilen cevapların her şeye dair olduğunu öğretirler.
Turgay Kaban