27 Ocak, 2018 07:16 tarihinde yayınlandı /Güncelleme: 05.10.2024 08:13
A+A-
Bu Yazıyı Paylaş
veya linki kopyala
MİLLETÇE YAŞADIĞIMIZ GERÇEKLER
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM:KAHRAMAN TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİ;Öncelikle şu sıralarda devletimizin ulusal güvenliği ve bekası için Suriye’de yuvalanmış tüm terör örgütlerine yönelik temizlik harekâtında görev alan. Yağmur, kar, bora, fırtına demeden vatan ve vazife uğrunda gerektiğinde hayatlarını seve, seve feda eyleyen aziz şehitlerimizi minnet ve saygıyla anıyor; tüm silah arkadaşlarımı, kahraman Mehmetçiklerimizi sevgiyle selamlıyorum.Yüce Rabbim, yar ve yardımcıları olsun. Her kim olursa olsun; sınırlarımızın dibinden ülkemizi, Büyük Türk Ulusunu tehdit etmeye kalkışanlar, birlik ve beraberliğimize kast edenler; Mehmetçiğin muzaffer süngüsüyle hak ettiği dersi alacaklardır. Türk Silahlı Kuvvetleri hala dünya silahlı kuvvetleri arasında silah, disiplin ve moral gücü ile temayüz etmiş, dünyanın en güçlü orduları arasındadır. Çünkü Ordularımız bu gücü; Yüce Türk Milletinin öz varlığından, Mete Han’ın tahta çıkış tarihi olan M.Ö 209 yılından bugüne ardında bıraktığı o muhteşem tarihçesinden alır. Ama ne acıdır ki, böylesine güçlü bir ordu; alçak FETÖ hainlerinin her bir kuvvetin içine sızmasıyla yıllar öncesinden başlayan bu sancılı süreçte: ‘’Ergenekon, Balyoz’’ adıyla anılan, sahte belgelerle kurgulanmış bu kumpas davalarında; Türk ordusunun vatanına sadakatle bağlı pek çok yiğit komutanı haksız ve hukuksuz bir şekilde yıllarca ceza evinde tutulmuş, yargılanmış çoğu da ömür boyu hapis cezası almıştı. Bu konuyla ilgili unutulmaması gereken en önemli husus; 12 Haziran 2007’de başlayan bu akıl tutulmalı süreçte, böylesine kurgulanmış bir senaryonun uygulanmasına neden müsaade edildiği, bu süreçte kimlerin, hangi makam sahiplerinin rol aldığıdır… Bunun yanıtı henüz net bir şekilde verilmiş değildir! Ancak yıllar sonra da olsa tarihin unutmaz hafızası bu gerçeği tekrar hatırlatacak; işte o zaman kimin hangi rolü oynadığı, bu dönemde siyaseten bulunanların kimler olduğu, oynadığı rol anlaşılmış olacaktır. Çünkü bu sürecin siyaset tarafında içte ve dışta nelerin nasıl yaşandığı henüz net değildir. Zaten yargılama süreci de devam etmektedir. Bu kumpas davalarına muhatap olan tüm komutanların suçsuzlukları ispatlanmış, çoğuna maddi, manevi tazminatlar da ödenmiştir. Yıllar öncesinden planlandığı anlaşılan ‘Ergenekon ve Balyoz Kumpaslarını’ yöneten, yargılayanların tamamına yakını, alçak FETÖ örgütüne mensup oldukları, yardım ve yataklık ettikleri için şimdi de onlar yargıya hesap vermekte, az da olsa bir kısmı yurt dışında kaçak yaşamaktadır. Sonuç olarak demem odur ki, ardımızda kalan bu kumpas döneminde; Türk Silahlı Kuvvetleri büyük bir sınav vermiş, içine sızmış hainlerin büyük bir kısmı temizlenmiş, bu akıl tutulmalı süreçten daha da güçlenerek çıkmıştır. Şu gerçeği de sade vatandaşından ülkemizi yöneten en yüksek makam sahibine kadar herkes bilmelidir:Türk Silahlı Kuvvetleri; milletimizin bağrından çıkan, savaş meydanlarının yiğit askeri ‘’Mehmetçiği’’ yetiştiren, hiçbir zaman değişmeyecek peygamber ocağı vasfıyla; hala Türk Milletinin göz bebeği olup, vatanımızın korunup kollanması yönünde görevinin başında, dimdik ayaktadır. Özellikle sınırlarımızın dibinde savaş çığlıklarının atıldığı bu kritik süreçte ordularımızın moralini güçlendirmek, onlara her konuda destek olmak, her makam sahibi ve her Türk vatandaşı için milli görevdir. Mazisi zaferlerle dolu Şanlı Türk Silahlı Kuvvetlerimiz;Tarihin her döneminde vatan topraklarımızın, devletimizin koruma ve kollama görevini layıkıyla yerine getirmiştir. Bugün de aynı kararlılık ve güçle görevinin başında, verilen her görevi canları pahasına yerine getirmeye devam etmektedir. Hiç kimse şöyle bir kanıya kapılmamalıdır; 15 Temmuz 2016 da yaşanan o alçak kalkışma sonucunda ordularımız güç kaybına uğradı! Böyle bir durum asla mevcut değildir, olamazda. Ordularımızın morali de, silah gücü de tamdır, eksiksizdir. Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilemeye başladığı bu önemli dönemde ülkemizin üstlendiği rolü; kim ne derse desin çok önemlidir. Kaldı ki, Suriye iç savaşının genişlemesiyle birlikte sınır boylarımızın dibine kadar genişleyen, giderek büyüyen bu kritik dönemde Türk Silahlı Kuvvetlerimiz ezici gücünü bölgesel olarak hissettirmeye devam etmektedir. Evet, günümüzün savaşları artık sanayi, ekonomi ve kültür zemininde verilmekte bu tür savaşın etkisini yaşanan coğrafyanın tüm insanları hissetmektedir. Ama tüm modern silahları kullanan da insandır, onun zekâsı ve eğitim gücüdür. Türk Silahlı Kuvvetleri tüm personeliyle bu gücün en iyi temsilcisidir. Savaşı yaşayan, bilen bir Muharip Gazi olarak; bu önemli konuyla ilgili söyleyebileceğim tek bir şey vardır; yüce Yaratan vatan topraklarımız da bir daha bize savaş denen o canavarın verdiği zararı, vereceği felaketi yaşatmasın. Ancak şunu da belirtmem gerekirse; bir gün olur da bu gazi topraklar savaş denen felaket ile karşı karşıya kalırsa; hiç şüphem yoktur ki; gücünü Yüce Türk ulusundan alan ordularımız, bu felaketi defedecek vatan topraklarımızı koruyacak güç ve kudrettedir. Bunun içinde her türlü modern donanımıyla ordularımız görevi başındadır, tetiktedir. BEŞİNCİ BÖLÜM; 15 TEMMUZ 2016’DA YAŞANAN DARBE TEŞEBBÜSÜ SÜRECİ VE SONRASI; Alçak FETÖ hainleri; o salya sümüklü meczuptan aldıkları talimat doğrultusunda, 15 Temmuz 2016 tarihinde milletimizi sırtından bıçaklamıştır. Ancak Türk Milleti bu alçaklığa canı ve kanı pahasına geçit vermemiş, o gece ülkemiz genelinde büyük bir kahramanlık destanı yazılmıştır. Bu destanın yazılmasında en büyük pay tabii ki, Türk Milletine aittir. Ama o gece kışlalarında kalıp, bu hain kalkışmaya katılmayan, tam tersine birliklerine, uçaklarına, donanmanın büyük bir kısmına emir konuta eden, devletine sadakatle bağlı komutanların, subay ve astsubayların, erbaş ve erlerimizin büyük bir katkısı olduğunu da unutmamak gerekir.Bu gerçek; yaşanan bu önemli süreçte, disiplin ve moral gücü açısından önemli bir kaynak oluşturmuştur. Paralel devlet yapılanması diye adlandırılan bu teslimiyet döneminden sonra; ülkemizi yönetenlerin son iki yıllık uygulamalarının sonuçlarını görüyoruz, milletçe yaşıyoruz. Ben siyasetçi değilim.Ama konuya siyaseten değil, vatanına sevdalı bir Muharip Gazi, gündemi yakından takip eden bir yazar olarak baktığımda; milletimize has o özel yapısında gedikler açıldığı, giderek kutuplaşan bir yapıya dönüştüğümüz, inançlar üzerinden birlik ve beraberliğimizin aşındırılmaya çalışıldığını göz ardı etmememiz gerekir. Çünkü neredeyse bir asırlık bir süreci geride bırakan devletimizin vatan topraklarımızda kıvançta ve tasada bir ve beraber olan bizlerin; sınırlarımızın dibinde yaşanan bu çok önemli süreçte ‘ben’ değil, ‘biz’ olarak yolumuza devam etmemiz gerekliliği bence en önemli konudur. Son yıllarda ülke genelinde kaybolan sevgi ve saygı ortamının yeniden inşası, bunun başarılabilmesi için siyaset platformunda görev alan siyasilerimizin kullanmış oldukları hitap dilinin de sevgi ve saygıyla bezeli olması vatandaşlarımız üzerinde olumlu ve önemli bir etki yapacak; ülke yönetimine iyi bir katkı sağlayacaktır. Artık ülkemizin içeride ve dışarıda, nefret dilini değil sevgi ve saygı dilini kullanma zamanı gelmişte geçmektedir. Özellikle ülkemiz böylesine kritik bir dönem yaşarken, böylesine olumlu bir tercih bize milletçe önemli bir güç, dışarıda da itibar kazandıracaktır. Çünkü sevgi ve saygının aşamayacağı hiçbir engel yoktur. Yeter ki yolumuza çıkan tüm engelleri aşmakta hırsımızı değil, aklımızı kullanalım. Hamasi söylemler yerine, gerçeklere dayanan, hukukun üstünlüğüne vurgu yapan eylemler içinde olalım. Paralel yapılanmanın fark edilmesiyle, devletimizi ele geçirmek adına hareket eden FETÖ’nün devletimizin tüm katmanlarından ayıklanmasının hala devam ettiği bu süreçte; bence öncelikle yapılması gereken hususlar bunlardır. FETÖ hainlerinin devletimize vermiş olduğu zarar, kaybedilen güç; yaşam standartlarımızın yükselmesi, ekonomik gelişimimiz, aydınlık ve çağdaş yarınlara ulaşmamız ancak ve ancak bir birimize hoş görüyle, sevgiyle, saygıyla yaklaşmamızla, bunlara ilaveten bağımsız yargının tarafsız kararlarını görerek, liyakatin tekrar baş tacı olduğu bir dönemin başlamasıyla yeniden kazanılacaktır.Paralel Devlet Yapısı diye adlandırılan FETÖ hainlerinin; Devletimize, milletimize, bu vatan topraklarına vermiş olduğu o büyük zarar; hem milletimiz, hem de devletimizi yönetenler tarafından yeteri kadar görülmüş, dersler alınmış, bu zararın ortadan kaldırılabilmesi amacıyla yüce Türk Yargısı görevi başındadır. Bu ihanetin siyasi gelişmeleri, bu kalkışmaya neden olan sebepler tabii ki önemlidir. Ancak yaşadığımız bu önemli sürecin değerlendirmesini, sebep ve sonuçlarını şu anda yaşanan yargı süreci belirleyecektir.O nedenle adaletin tecellisini belirleyecek yegâne güç yargıdır. Yargının kararlarını bekleyip göreceğiz. Çünkü milletimizi sırtından hançerleyen, hançerlemek adına bu ihanet çetesine üye olan, destek veren her kim ise; bunun hesabını yüce Türk yargısı karşısında verecektir.Şu hususun altını da çizmekte yarar vardır. Tarihe mal olmuş olayların bir diğer yargı makamı da o süreci yaşayanların vicdanıdır. İnancım o dur ki; büyük Türk Milletinin vicdanı da bu ihanet yapısını yargılamaya devam etmektedir. Milletimizin vereceği o karar da önemlidir. Bu kararın yansıyacağı yer ise milli iradenin tecelli ettiği/edeceği yerdir.ALTINCI BÖLÜM;KIBRIS ADASI:Kıbrıs, vatan topraklarımızın ayrılmaz bir parçasıdır.Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Devleti,kuruluş anayasasında da belirtildiği gibi; bağımsız ve egemen bir devlettir. Ama öncelikle kısa bir süre önce K.K.T.C devletinin Dışişleri Bakanı Sn. Tahsin Ertuğruloğlu’nun; “artık uluslararası tanınma için çalışmaya başlamanın zamanı geldi” sözlerini değerlendirecek olursak; Bu sözler; Kıbrıs Milli Davamızın haklılığına inanmış, KKTC’nin bağımsız ve egemen bir devlet niteliğiyle yaşatılması için çalışan bir siyasetçinin önemli bir görüşüdür. Ayrıca en son müzakere sürecinin, her dönemde olduğu gibi Rum tarafının baltalamaları sebebiyle başarısızlıkla sonuçlandığı da unutulmamak gerekir. Dolayısıyla Türk milletinin, Kıbrıs Türk Halkının, siyasi Erk’in bu sese kulak vermesi gerektiği kanaatindeyim. 1968 yılından bugüne devam eden Kıbrıs Müzakerelerinde Rum-Yunan ikilisi hiçbir zaman adanın Yunanistan’a bağlanmasından (Enosis) vazgeçmemiştir; vazgeçmeyecektir de… Önümüzdeki yılbaşında yapılacak GKRY başkanlık seçimi sonrasında Rum yönetiminin başına hangi Rum siyasetçi gelirse gelsin; yeniden başlaması öngörülen müzakerelerin hedefi onlara göre yine ‘Enosis’ yönünde olacaktır. Rum – Yunan ittifakının Kıbrıs’ı bir Yunan adası yapma hedefi değişmemiştir. GKRY, K.K.T.C ile gerçek bir federasyon çerçevesinde eşit kurucu ortak olarak, siyasî eşitlik temelinde, iki kesimli bir coğrafî zeminde yaşamayı hiçbir dönemde içine sindirememiştir. Bu önemli gerçeğin yanı sıra; BM Güvenlik Konseyi’nin tek yanlı tutumu, AB’nin maksatlı yanlış politikaları sonucunda; Kıbrıs sorununun adada kalıcı bir çözüme ulaşmasının mümkün olmadığı tüm çıplaklığı ile ortadadır.BM Güvenlik Konseyinin:1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasasına aykırı olarak sadece Rumlardan oluşan bir kabineyi, “Kıbrıs Cumhuriyeti’nin; Kıbrıs Türk halkını da temsil eden “hükûmeti” olduğunu varsayan 4 Mart 1964 tarihli 186 sayılı kararı kabul ederek, Kıbrıs Türk halkını uluslararası plânda tecrit etmesini; 2004 yılında yine BM Genel Sekreterinin adada öngörülen çözüm için her iki tarafa da sunmuş olduğu adı ‘’Annan’’ ama içi Kıbrıs Türk Halkına kurulmuş tuzaklarla dolu bu plana dahi Türk tarafı ‘evet’, Rum tarafı ‘hayır’ demesine rağmen Rumların AB’ne haksız, hukuksuz bir şekilde üye yapılmasını da dikkate aldığımızda; 1963 yılından beri uluslararası tecrit şartları altında yaşamakta olan Kıbrıs Türk halkının (de-facto) milli iradesiyle kurmuş olduğu K.K.T.C’nin Türkiye’den başka devletler tarafından da diplomatik yoldan tanınması için girişimlerin başlatılmasını talep etmekten başka haklı bir çare kalmamıştır. Esasen bu husus, KKTC ve Türkiye arasında istişare yoluyla belirlenecek, bu sürecin nasıl uygulanması gerektiğine yetkili makamlar karar verecektir. K.K.T.C’nin özerk bir yapıyla Türkiye bağlanıp, bağlanmaması konusuna tekrar dönecek olursak; böylesi bir karar için Kıbrıs Türk Halkının ne söyleyeceği, vereceği karar önemlidir. Ancak KKTC ile Türkiye arasında Monaco veya Cebel-i Tarık örnekleri esas alınarak bir özerk yapının hayata geçirilmesi durumunda; böylesi bir gelişmenin, uluslararası camiada; Türkiye’nin K.K.T.C’yi ilhak için attığı adımlar olarak değerlendirileceği göz ardı edilmemelidir. Zaten böylesi bir durumun hele ki Kıbrıs adasının stratejik önemi, çevresindeki enerji kaynaklarını göz önünde bulundurduğumuzda, bu konunun Türkiye aleyhine istismar edileceği şüphe götürmez bir gerçektir. Günümüzde yaşananlara, ulusal güvenliğimize yönelik iç ve dış tehditlere, tehlikelere bakıldığında; bu kritik dönemde birden fazla cephede mücadele eder bir ülke konumuna geldiğimiz de unutulmamalıdır. Dolayısıyla Kıbrıs milli davamızda bugün gelinen nokta iyi analiz edilmeli; ülkemizin, adada yaşayan kardeşlerimizin hak ve hukuku, milli menfaatlerimiz, bundan sonra atılacak adımlar bu çerçevede değerlendirilmelidir.
Atilla Çilingir
E.Sb.&Kıbrıs Gazisi&Yazar
(DEVAM EDECEK)