blank
Fikret Gökçe tarafından
16 Mart, 2018 08:54 tarihinde yayınlandı /Güncelleme: 05.10.2024 08:13
A+ A-

ÇANAKKALE’Yİ GEÇİLMEZ YAPAN, ALLAH ALLAH NİDALARIYLA   “MEVZUBAHİS   VATANSA GERİSİ TEFERRUATTIR” DİYEREK KANLARIYLA  BU  KUTSAL TOPRAKLARI SULAYAN O AZİZ KAHRAMANLARIMIZA RAHMET DİLİYOR, MİNNET VE SAYGIYLA ANIYORUM. RUHLARI ŞAD OLSUN. 

  blank     ANZAK BİRLİKLERİNİN DE KATILDIĞI ÇANAKKALE SAVAŞLARI'NIN 95. YILDÖNÜMÜNDE TÖREN GEÇİŞİMİZ 25 Nisan 2010                   Eklerde Çanakkale Savaşları’yla ilgili daha önce yazdığım, çeşitli gazete                ve dergilerde yayımlanmış yazılarımı ve bir çok kez gittiğim bu kutsal                          topraklardaki gözlemlerim ile çektiğim fotoğrafları sunuyorum.                                                         Sevgi ve saygılarımla.,                                                        Fikret GÖKÇE                                                        Kıbrıs Gazisi-Mak.Müh.                                                         18 Mart 2018  BİR NUMARALI MAYIN, BİSMİLLAH FUNDO !                      18 Mart 2008 Karanlık limanın zifiri karanlığında bu komut,  Mayın Grup Komutanı Nazmi Bey tarafından tam 26 kez tekrarlandı. Çanakkale Savaşlarının en kritik günlerinde Almanya’dan trenle Edirne’ye getirilen 26 mayın, binbir güçlükle cepheye ulaştırılmış ve 7 Mart gecesi de 40 metre uzunluğunda, 366 tonluk bir tekne olan NUSRAT mayın gemisine yüklenmişti. Dünyanın en büyük donanmasının İngiliz ve Fransız komutanları 17 Mart gecesi, amiral gemisi olan QUEEN ELIZABETH’de toplanmış son değerlendirmeleri yapıyorlar ve bir gün sonra başlarına geleceklerden habersiz “önce sizin geminiz Marmara’ya girme onurunu kazansın” diye birbirlerine lütufta bulunuyorlardı. Çanakkale Müstahkem Mevki Komutanı Cevat Paşa’dan 6 Mart 1915’de Erenköy koyunun mayınlanması görevini alan Yüzbaşı Nazmi, yakın arkadaşı olan gemi komutanı Tophaneli Yüzbaşı Hakkı’ya durumu bildirdi. Nusrat mayın gemisinin kazanı ateşlendi, bir süre beklenerek bacadan duman ve kıvılcım çıkma ihtimali giderildikten sonra, Yüzbaşı Hakkı’nın  “BAŞÜSTÜ BİSMİLLAH VİRA” komutuyla  demir aldı. blank NUSRAT MAYIN GEMİSİ O gece Nusrat, 26 mayını karanlık limana kıyıya paralel olarak bıraktı. Çünkü, boğaza girecek olan İngiliz ve Fransız zırhlıları topçumuzun isabetli atışlarından korunmak için manevra yapma gereği duyacaklar ve muhtemelen bunun için en uygun yer olan bu bölgeyi tercih edeceklerdi. 18 Mart 1915 sabahı dünyanın en büyük donanması boğaza girmeye başlamış ve saat 11.00 sıralarında mevzilerimizi ateş altına almıştı. Önde Suffren, Bouvet, Charlemegne ve Gaulois adlı Fransız gemileri büyük çaplı toplarıyla yoğun ateşlerini sürdürerek ilerliyorlardı. Saat 12.30’da Gaulois yara alınca çekilmek zorunda kaldı. Inflexible ve Agememnon’da topçumuzun isabetli  atışlarıyla büyük yaralar alınca yerlerini Vengeance, Ocean, Albion, Irreristible, Triumph ve Majestic adlı İngiliz gemilerine bırakarak çekilmek zorunda kaldılar. Saatler 13.55’i gösterirken şiddetli bir patlamanın ardından, önce havaya yükselen bir su kümbeti ve duman sütunu görüldü. Bir süre sonra Fransız zırhlısı Bouvet, sancak tarafına yatarak bir dakika içinde sulara gömüldü. Patlamalar birbirini izliyordu. Saat 15.15’te Irresistible mayına çarptı ve onu yedeğe alarak kurtarmaya çalışan Ocean’da mayına çarpınca, bu iki zırhlı bir anda gözden kayboldu. Bu arada Inflexible’da mayına çarparak ikinci bir yara aldı. Kilitbahir, Aktepe, Dardanos ve Mesudiye tabyaları ile Hamidiye istihkamlarından yapılan yoğun ateşle şaşkına dönen düşman donanması büyük yaralar aldı. Donanma komutanı Amiral de Robeck durumun vahametini anlayınca saat 17.00’den itibaren geri çekilme emri verdi. O gün  Boğazı geçerek Marmara’ya girmeyi ve İstanbul önüne demirlemeyi hayal eden dünyanın en büyük armadası, Türk’ün vatan sevgisi, azim, iman ve dehasına yenik düşmüştü. Çanakkale Deniz Zaferi, 25 Nisan’da çıkarmayla başlayan kara savaşlarına da olumlu etki yaptı. Ama en önemlisi bütün cephelerde yüzbinlerce şehit bırakarak çekilen ve Balkan bozgunu ile Sarıkamış faciasının acılarının altında ezilen Türk Ulusu’nun moralini yükseltti ve İstiklal Savaşını kazanarak Türkiye Cumhuriyetini kuran başta Mustafa Kemal ATATÜRK olmak üzere kahraman komutanlarımızı yarattı. NUSRAT mayın gemisinin tüm personelini saygıyla anıyor, Çanakkale şehitlerimize Yüce Tanrıdan rahmet diliyorum. blank ATATÜRK’ÜN YANINDAKİ SAFRANBOLU’LU…!                       21 Nisan 2007 Pazartesi günü Çanakkale Zaferi’nin 92’inci kutlama törenlerine katılmak üzere Gelibolu’ya gidiyorum. Genelkurmay Başkanlığı’nın görevlendirmesiyle Türkiye Muharip Gaziler Derneği’ni temsil eden bir heyetle gideceğim, Çanakkale’de Safranbolu’da Kahraman Veli KEPEKLİ’yi araştıracağım. blank   Anımsayacaksınız, ATATÜRK’ün  arkasındaki üç askerle, Anafartalar’da bir siperde çekilmiş çok bilinen bir fotoğrafı vardır. ATATÜRK önce keskin bakışlarıyla savaş alanını gözlemektedir. Hepsinin başında “enveriye” denilen başlıklar bulunmaktadır. Kıbrıs Gazisi Şükrü KARACA’nın, Mart 2005 tarihli Gaziler Dergisinde anlattığına göre, resmin ortasındaki kişi dedesi Veli Çavuş, öndeki palabıyıklı ise Safranbolu’lu Veli KEPEKLİ’dir. Kimdir bu kahraman, kimlerdendir bilmiyorum. Ailesinden kimler kalmıştır? ATATÜRK’e bu kadar yakın olduğuna göre hangi görevlerde bulunmuştur, neler yapmıştır? Köyüne dönebilmiş midir? Şehit düştüyse kabri nerededir, öğrenmeye çalışacağım. Çanakkale Savaşları binlerce kahramanlık destanının yaşandığı bir tarih abidesidir. Emperyalistlerin her taraftan kuşattığı, boğazını sıktığı bir ulusun can havliyle yeniden dirilişidir. Balkanlarda, Trablus’ta, Ortadoğu’da  ve Doğu Cephesinde yüzbinlerce vatan evladını heba ederek Anadolu’ya çekilen bir ulusun batının zalimliğine, hainliğine ve küstahlığına karşı kutsal isyanıdır. Çanakkale Savaşları, yok olmak tehlikesiyle karşı karşıya kalan mazlum bir ulusun nefsi müdafaasıdır. Birinci Dünya Savaşı’nda boğazları geçerek Almanlar karşısında zor durumda kalan Rusya’ya yardım ulaştırmak isteyen itilaf devletleri donanması, 3 Kasım 1914’de Seddülbahir ve Kumkale tabyalarını top ateşine tuttular. 19 Şubat 1915’te Çanakkale Boğazı’nın dış savunma hattındaki tabyaların büyük ölçüde hasar görmesinden sonra kıyıya bir miktar asker çıkardılar. Bu arada itilaf devletleri savaş komitesi, saldırının denizden yapılması ve donanmanın önce boğazları geçmesi yönünde bir karar aldı. Bu karar üzerine 18 Mart 1915’te 30’u büyük zırhlı olmak üzere 100 gemiden oluşan ve saldırıya geçen düşman donanmasının, Türk Topçusunun isabetli atışları ve Nusrat Mayın Gemisinin Karanlık Limana döşediği mayınlar nedeniyle nasıl hezimete uğradığını geçenlerde yayınlanan “BİR NUMARALI MAYIN, BİSMİLLAH FUNDO” başlıklı yazımızda açıklamıştık. 25 Nisan’da başlayan kara savaşlarından daha sonra söz edeceğimizden, bu yazımızda hemen hemen aynı tarihlerde yaşanan acı bir olaya değinmek istiyoruz. İtilaf devletlerinin Çanakkale’ye saldırıya başladıkları aynı zaman dilimi içinde yani; 22 Aralık 1914 ile 15 Ocak 1915 günleri arasında 25 günlük dönem sırasında, Doğu Cephemizde milletimiz için hep derin ve buruk bir acının kaynağını oluşturan Sarıkamış dramı yaşanmıştır. Bu kısa dönem içinde yitirdiğimiz onbinlerce vatan evladının yüreklerimize yerleşen fedakarlıkları ve hafızalarımızdan silinmeyen kahramanlıkları hiç unutulmayacaktır. Sarıkamış Harekatı diye bilinen, tarihimizde bir yenilgi, bir hezimet olarak değerlendirilen, vatan ve namusumuzun korunması uğruna verilen bu mücadelede sanılanın aksine, birçok zafer ve başarı nedense hep göz ardı edilir. Oysa; hatırlanacağı üzere Kahraman Mehmetçiğin, yurdunu istila eden Rus emperyalizmine karşı verdiği bu kutsal mücadelede birçok başarıda kazanılmıştır. Bunların bazılarına burada değinmek istiyoruz. Birinci Dünya Savaşında Ruslarla ilk karşılaşma Köprüköy’de oldu. 6-12 Kasım 1914’te karşı saldırıya geçen ordumuz, Arap Köyü savaşını kazandı. 14 Aralık’ta Köprüköy’e gelen Enver Paşa orduyu denetledi ve Başkumandan Vekili olarak 2,3,9,10 ve 11’inci Kolordu Kumandanlıklarını da üstüne alarak 22 Aralık’ta taarruz emrini verdi. 23 Aralık’ta 31’inci Tümen, Yeniköy boğazında Rusların artçı kuvvetini bozguna uğrattı ve 1 albay, 4 subay ve 1150 er esir aldı, 4 top ve 5 makinalı tüfek ele geçirdi. Oltu’da ise; 10’uncu Kolordu Kumandanı Hafız Hakkı Paşa iki bölüğü esir aldı. 9’uncu Kolordunun 29’uncu Tümeni Çıtak’ı ele geçirdi. 24 Aralık’ta 10’uncu Kolordu Kosor’a ilerledi ve Rus öncü kuvvetlerini yok etti. 27 Aralık’ta Allahüekber dağını aştı. 19’uncu Süvari Alayı Yenişehir’i aldı. 28’inci Tümen Bardız’ı ele geçirdi. 33’üncü Tümen Yolgeçmez ve Karahamza’yı aldı. 32’inci Tümen aynı gün Akmezar ve Çilhoroz’dan düşmanı geri püskürttü. 3 Ocak’ta taarruza geçen 11’inci Kolordu Karaurgan’ı kurtardı. Bütün bu başarılara karşın ordumuz cephane, yiyecek ve giyecek bakımından yeterli desteğe sahip değildi. Kışın en şiddetli günlerinin yaşandığı bölgede Mehmetciklerimizin üzerindeki giysiler koşullara uygun değildi. Oysa Ruslar her türlü lojistik desteğe sahiptiler ve çekilme istikametlerinde her türlü desteği bulabiliyorlardı. Onlar, birilerinin sandığı gibi; “kurşun bile sıkmadan” ölüme gitmediler. Onlar, kahramanca savaştılar. Onlar, vatanın savunması için, Onlar, milletin namusu için seve seve şehadeti seçtiler. Onların, Sarıkamış’takilerin, Çanakkale’dekilerin torunları, emanet aldıkları bu kutsal vatan topraklarına bugün de içerden ve dışardan yönelen her türlü tehdide boyun eğmeyeceklerini 14 Nisan’da olduğu gibi haykırıyorlar ve Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin sahibi olmanın onurunu taşıyorlar. İşte bunun için Büyük ATATÜRK’ün söylediği gibi; “TÜRKİYE CUMHURİYETİ İLELEBET PAYİDAR  KALACAKTIR.” ÇÜNKÜ BİZ, SARIKAMIŞ’IZ, ÇANAKKALE’YİZ, ÇÜNKÜ BİZ, KOCATEPE’YİZ, DUMLUPINAR, SAKARYAYIZ, ÇÜNKÜ BİZ, KUNURİ’YİZ, ÇÜNKÜ BİZ, GİRNE’YİZ, DİKOMO’YUZ, BEŞPARMAKLAR’IZ, ÇÜNKÜ BİZ, KUVAY-I  MİLLİYE’YİZ. blank HAMZAKOY’DA BEN DE KALDIM                                              15 Mayıs 2007 12 Eylül askeri darbesinden sonra Rahmetli Bülent ECEVİT ve Süleyman DEMİREL’in eşleriyle birlikte gözetim altında tutuldukları askeri kampta ben de kaldım. 22 Nisan 2007 tarihli  “ATATÜRK’ÜN YANINDAKİ SAFRABOLU’LU “ başlıklı yazımda belirttiğim gibi; Çanakkale Savaşları’nın 92’nci yıldönümü törenleri nedeniyle Genelkurmay Başkanlığı’nın görevlendirmesiyle gittiğimiz Çanakkale’de, Anafartalar’da bir siperde iken çekilen bir fotoğrafta savaş alanını izlerken görülen Mustafa Kemal’in hemen arkasındaki babayiğit Safranbolu delikanlısı Veli KEPEKLİ’yi aradım. Onbine yakın Anzak ve yurdun her tarafından gelen insanlarımızın akınına uğrayan Çanakkale ve Gelibolu Yarımadasında 92 yıl öncesinin heyecanı sanki yeniden yaşanıyor ve hüzünlü bir duygusallık herkesi sarıyordu. 2’nci Kolordu’nun bize tahsis ettiği Hamzakoy’daki kamptan boğaza bakarken Nusrat Mayın Gemisi’nin ve düşman gemilerinin silüetleri sanki yeniden canlanıyor gibiydi. Savaş alanları ile şehitlik ve anıtlarda dolaşırken insan garip bir duyguya kapılıyor, bu topraklar üzerinde savaşarak ve yardımlaşarak birbirini kıran yüzbinlerce insanı hatırlayarak yere basmamaya, adeta uçmaya özen gösteriyordunuz Veli KEPEKLİ’yi arıyordum. Gitmeden önce bir araştırma yapmış, hatta belediye eski başkanı Sayın Kızıltan ULUKAVAK’a telefon ederek Safranbolu’lu “KEPEKLİ” ailesi hakkında bilgisine başvurmuştum. 24 Nisan günü yeni düzenlenen Şehitliği ziyaret ettim. Karabük nüfusuna kayıtlı yedi şehidimizi buldum. 42’nci Alay’dan Abdullah oğlu Osman, 10’uncu Alay’dan Hasan oğlu Osman, 42’nci Alay’dan Mehmet oğlu Sabri, 48’inci Alay’dan Hasan oğlu Salih, 60’ıncı Alay’dan Ömer oğlu Şaban, 72’nci Alay’dan İbrahim oğlu Turan ve Ali oğlu Yakup, Çanakkale’de şehit düşüp köyüne dönemeyen Karabük’ün çocuklarıydı. Safranbolu’nun şehitleri çoktu. Alfabetik sıraya göre Veli KEPEKLİ’yi aradım. Adı “V” ile harfiyle başlayan bir tek Hüseyin oğlu Vecdi vardı. Veli, belki de sağ-salim köyüne dönmüştü. blank Araştırmaya devam edeceğim.Veli KEPEKLİ’yi bulamadım ama, Çanakkale Abidesi’nin arka tarafında kıyıya yakın bir yerde, bir panoda bir yabancının ağzından Mehmetçiğin destansı bir yüce davranışının öyküsünü buldum. Bu öyküyü anlatan Fransız Generali savaştan yıllar sonra Ankara’ya gelmiş ve Atatürk’ün huzuruna çıktığında o büyük insanın şu sözlerine muhatap olmuştur. “ TÜRK TOPRAKLARINDA KALAN ŞEREFLİ KOLUNUZ MEMLEKETLERİMİZ ARASINDA SON DERECE KIYMETLİ BİR BAĞDIR.” (*) Şimdi panoda yazılanları birlikte okuyalım. Çanakkale Savaşlarında Fransız  kuvvetlerine komuta eden General Gouraud, savaş sırasında bir kolu ve bir bacağının bir kısmını savaş alanında bırakarak yurduna dönmüş ve daha sonra tanık olduğu bir olayı şöyle anlatmıştır:  “Fransızlar, Türkler gibi mert bir milletle savaştıkları için çocuklarınızla daima iftihar edebilirsiniz. Hiç unutmam, biraz evvel doğa ve çevremiz enfes güzellikteydi. Su çiçekleri, papatyalar, peygamber çiçekleri, leylaklar bir gökkuşağı alemi yaratıyordu. Ve şimdi, savaş sahasında dövüş bitmiş, o güzelim tablo kan revan içindeydi. Yaralı ve ölülerin arasında dolaşıyorduk. Az evvel, Türk ve Fransız askerleri süngü süngüye gelip ağır zayiat vermişlerdi. Bu sırada gördüğüm manzarayı ömrüm boyunca unutmayacağım. Yerde bir Fransız askeri yatıyor, bir Türk askeri kendi gömleğini yırtmış, O’nun yaralarını sarıyor, kanlarını temizliyordu. Tercüman vasıtasıyla bir konuşma yaptık.  -Niçin, öldürmek istediğin askere yardım ediyorsun ? Mecalsiz haldeki Türk askeri şu karşılığı verdi:                -Bu Fransız yaralanınca yanıma düştü. Cebinden yaşlı bir kadın resmi çıkardı. Bir şeyler söyledi anlamadım. Ama herhalde annesi olacaktı. Benim ise kimsem yok. İstedim ki, o kurtulsun, anasının yanına dönsün.                 Bu asil ve alicenap duygu karşısında hüngür hüngür ağlamaya başladım. Bu sırada emir subayım Türk askerinin yakasını açtı. O anda gördüğüm manzaradan yanaklarımdan sızan göz yaşlarımın donduğunu hissettim. Çünkü, Türk askerinin göğsünde bizim askerinkinden çok ağır bir süngü yarası vardı ve bu yaraya bir tutam ot tıkamıştı.                 Az sonra ikisi de öldüler.” (*)  Mustafa Kemal’den ATATÜRK’e, Tahsin ÖZTİN SAYFA 99 12 Eylül sonrası Bülent ECEVİT ve Süleyman DEMİREL'in kaldıkları Hamzakoy Askeri Kampı  ZONGULDAK’LI  LAĞIMCILARIN  ÇANAKKALE SAVAŞI            18 Mart 2011 Muhteşem Yüzyıl dizisinde anlatılıyor. Akdeniz’de önemli bir üs durumunda olan Rodos Adası, Osmanlı için büyük bir sorun oluşturuyor, donanmanın denizlerdeki hakimiyetini engelliyordu. Bu adada yerleşik Venedik’e bağlı Sen Jan şövalyeleri, Alman İmparatoru Şarlken ve kardeşi Ferdinand’ın  de desteğiyle ticaret gemilerine saldırıp korsanlık yapıyor, Osmanlı Donanmasına da zarar veriyorlardı. Bunun üzerine Kanuni Sultan Süleyman denizden Rodos’u kuşattı. Kendisi de ordunun başına geçerek 1522 yılında adayı Osmanlı topraklarına kattı. Bu savaş sırasında tünel kazılarak birliklerin kale içine girmeleri, askeri literatürde yeni bir savaş tekniği olarak yer aldı   Bu sırada şehri ve kaleyi savunan şövalyeler, durumu fark etmişler ve üzerlerinde gerdirilmiş deri bulunan silindir şeklindeki ahşap aygıtlarda (bir çeşit steteskop)  oluşan titreşimlerle tünelleri tespit etmeye çalışmışlardı. Bu yönteme Çanakkale Savaşlarında da çok başvuruldu. 18 Mart 1915’te boğazı geçemeyerek büyük bir yenilgiye uğrayan düşman, 25 Nisan’da kara savaşını başlatarak kıyılara çıkarma yapmaya başlamış, ancak zorlu Türk direnişi ve karşı taarruzları nedeniyle fazla ilerleyememiş, çetin ve kanlı muharebeler sonucu 3-5 km.lik bir alanda tutunabilmişti. Esasen dar bir alan olan Gelibolu Yarımadası’nda birbirlerine üstünlük sağlayamayan kuvvetler, zamanla savunmaya ağırlık vererek karşılıklı olarak yaptıkları siper ve tahkimatlarda savaşı sürdürmüşlerdi. Çanakkale’de yapılan bu siperler, tarihte bilinen tüm savaşlardaki siperlerin birbirine en yakını olmuş, hatta aralarındaki mesafe sekiz metreye kadar düşmüştü. 29 Mayıs günü Arıburnu’nun en tepe noktasında bulunan Avustralya 13’ncü Tabur mevzii, alttan gelen büyük bir patlamayla havaya uçtu, aynı anda hücuma geçen Türk birlikleri tarafından siperlerin bulunduğu bölge ele geçirildi. Bu patlamayla birlikte Çanakkale’de yeni ve çok değişik bir savaş başlıyor, Zonguldaklı lağımcılarla İskoç madenciler karşı karşıya geliyordu. Lağımcılık, Osmanlı askeri teşkilatında Yeniçerilere bağlı bir ocaktı. Görevleri saldırı ve kuşatmalarda yer altında tüneller açarak barut ve fitiller kullanarak, kale bedenlerine ve içlerine ulaşılmasını sağlamaktı. Aynı zamanda yer altı madenciliğinde de önemli görevleri olan lağımcılar, dinamit ya da diğer patlayıcıları kullanarak galeri açılmasını ve maden damarlarına erişilmesini sağlıyorlar. Osmanlı ordusundaki lağımcı ocağı 1826’da lağvedildi. blank Lağım savaşı; mevzilerin gerisinde açılan bir çukurdan başlayarak ilerleyen bir tünelle düşman siperlerinin altına kadar gelindikten sonra patlayıcıların patlatılması sonucu  havaya uçurulan siperlere aynı anda hücum edilerek ele geçirilmesiydi. Çanakkale’de lağım savaşı başladığında istihkamcılar yeterli olamamış, Zonguldak’tan getirilen madencilere karşı müttefikler de İskoçya’dan bu işin uzmanlarını getirmişlerdi. Bu mücadele sırasında iki taraf da tünel sistemleri kurarak birbirlerinin mevzilerine saldırılar düzenlediler ve bu tünellerde zor koşullarda görev yapanlar birbirleriyle karşılaştıklarında ise; kazma, kürekle göğüs göğüse vuruştular. Donyağından yapılmış mumların ışığında, yarı çıplak bedenleriyle terleyerek kazma sallayan bu insanlar vardiya usulüyle dehlizler açıyor, kazdıkları toprağı torbalayıp boyunlarına asıyor ve sürünerek dışarı taşıyorlardı. Bazen son kazma darbesiyle karşı kaşıya gelen bu madenciler arasında inanılmaz olaylar yaşanıyordu. Tüneller karşı taraf siperlerine ulaştığında patlayıcılar yığılıp fünyeler hazırlanıyor, tünel boşaltıldıktan sonra pil bataryasındaki düğmeye basılmasıyla tünel üzerinde bulunan siperler , bu siperlerdeki askerler ve vücutlardan kopan parçalar havada uçuyordu. Lağım savaşları, savaşın sonuna kadar devam etti. İskoç ve Zonguldaklı madenciler yüzlerce tünel kazdılar. Yeraltında, havasız ve loş bir ortamda, çok zor koşullarda sürdürdükleri bu kanlı savaşta yaşananlar pek bilinmedi. Bilinenler ise çoğu kez unutuldu., İşte, aylar süren ve toprak altında yaşanan bu çok özel savaşa ait destansı bir kahramanlık öyküsünü sizlerle paylaşmak istiyoruz… Albay Mustafa KEMAL’in komutasındaki 19’ncu Tümen’e bağlı ünlü 57’nci Alayın Birinci Taburu ile Avustralya 7’nci Piyade Taburu arasında geçen tünel savaşı bu konuda ilginç bir örnek teşkil etmektedir. Arıburnu cephesinde Anzak mevzilerine hakim durumdaki Merkez Tepede bulunan Türk makinalı tüfekleri, Anzakları yerinden kıpırdatmıyordu. Anzak 7’nci Piyade Tabur Komutanı Yarbay Elliott, her yolu denemesine karşın başarılı olamamış, makinalı tüfekleri susturamamıştı. Bunun üzerine İskoç madencilerden yardım istedi. Madenciler hemen çalışmaya başladı. Açacakları tünelle Türk makinalı tüfek mevziini havaya uçuracaklardı. Bu madencilerin arasında bulunan Mısırlı bir işçi İngilizlerden nefret ediyor, geliştirdiği bir işaret yöntemiyle Türk tarafına bilgi veriyordu. Merkez Tepede savunma yapan 57’nci Alayın Birinci Tabur Komutanı Binbaşı Zeki Bey’de Avustralya siperlerinin gerisinde yığılan toprakları fark etmiş, Mısırlı işçiden gelen bilgilerden de yararlanarak karşı tünel kazı çalışmasını başlatmıştı. 13 Haziran günü Merkez tepe civarında nöbet tutan bir Mehmetçik, derinden gelen bir sarsıntı ve patlamayla irkildi. Deprem olduğunu sanmıştı. Hemen koşarak Tabur Karargahında Binbaşı Zeki Beye bilgi verdi. Durum anlaşıldı, Yarbay Elliott’ un açtırdığı tünel derin kazılmış, bu yüzden patlama etkisiz olmuştu. Yarbay vazgeçmedi. Bir tünel kazımını daha başlattı. Bir süre sonra duyulan kazma seslerinden iki tünelin de birbirine yaklaşmakta olduğu anlaşıldı. 24 Haziran’da Yarbay Elliott ikinci lağımın da patlatılması emrini verdi. Bu kez de başarılı olunamamıştı. Sadece Zeki Beyin kazdırdığı tünel çökmüş, Merkez Tepe önlerinde yirmi metre çapında bir çukur açılmıştı. 4 Temmuz’da üçüncü patlamayı gerçekleştirdiler. Makinalı tüfek mevzii yine susturulamadı ama, beş erimiz şehit olmuştu. Üç patlamanın etkisiyle iki tarafın açtığı tüneller birleşmiş, Türk ve Avustralya siperleri arasında geniş bir yer altı koridoru meydana gelmişti. Zeki Bey yanına bir er alarak 8 Temmuz’da keşif yapmak üzere tünele girdi. Taş, tel ve ağaç parçalarını ve molozları kaldırarak loş karanlıkta ilerlemeye çalışan Zeki Bey tünelin karşı çıkışında Anzak askerlerin seslerini duydu. Saat 11.45’te girişteki asker Yarbay Elliott’a tünelden sesler geldiğini bildirdi. Yarbay Elliott, sessiz olması için çizmelerini çıkardı ve yanındaki askerlerle tünele girdi . Bu sırada Zeki Bey durumu fark etmiş dışarıdan takviye istemişti. Az sonra başlarında tabur komutanları olduğu halde karşı karşıya gelen iki tarafın askerleri birbirine ateş açtı. Kum torbalarını siper yapan askerler ateşe devam ederken iki komutan göz göze geldiler ve bu durumda sonuç alamayacaklarını hissederek tabancalarını kılıflarına sokup, tünellere nöbetçiler bırakarak dışarı çıktılar. Ertesi günü Yarbay Elliott, İskoç madencilere 25 kilo patlayıcıyla tünelin Türk tarafını kapatmak amacıyla bir infilak daha yaptırttı. Anzak Kolordu Komutanı general Birdwood , 12 Temmuz’da büyük bir saldırı emri verdi. Tüm Arıburnu’nu kapsayan bu saldırı içinde Yarbay Elliott gönüllü bir baskın birliği hazırladı ve cepheye yeni gelen, aristokrat bir İngiliz ailenin çocuğu olan genç Teğmen  J. Graig Harkness’i bu birliğin komutanlığına atadı. Saldırı başladığında Teğmen Graig 11 gönüllü askeriyle tünele girdi. Çukurlar ve siperler birbirine karışmıştı. Genç teğmenin müfrezesi yoğun Türk ateşi karşısında geri çekilmek zorunda kaldı. Teğmen yaralanmıştı, sürüne sürüne tünelin çıkış kapısına kadar gelebildi. Elinde tutmaya çalıştığı tabancasıyla karşısındaki Mehmetçiklere bakıyordu. Bu arada kolordu komutanı Esat (Bülkat) Paşa gözlem yerinden birinci tabura yönelen bu saldırıyı görmüş ve telefonla Zeki Beyi arayarak düşmanı püskürtmesini istemişti. Bu emir üzerine tünel girişine koşan Binbaşı, Avustralyalıların çekilmiş olduklarını ve bir kayaya yaslanmış, kanlar içindeki yakışıklı, sarışın genç teğmeni gördü. Askerlerine öldürülmeden esir alınmasını emretti. Ancak teslim olmayı reddeden ve elindeki tabancasıyla ateş etmeye çalışan teğmenin yaşamı bir el bombasıyla son buldu. 12 Temmuz’da bu genel saldırı da  başarısızlıkla sonuçlandı. Zeki Bey, bu İngiliz teğmenini bir kahramana yakışır biçimde törenle toprağa verdi. İki tabur komutanı da bir daha bu tünele girmediler. Türkler ve Anzaklar kendi taraflarındaki tünel girişlerini tahrip ederek kapattılar. Bugün Çanakkale Deniz Zaferimizin 96’ncı yılı ve Şehitler Günü., 1897 Yunan Savaşı, 1911-1912 Trablus Savaşı, 1912-1913 Balkan Savaşı’ndan, Kasım 1914’te açılan Irak Cephesi’nden, 20 Aralık 1914-19 Ocak 1915 tarihlerinde yaşanan Kafkas Cephesi savaşlarından, Şubat 1915’te başlayan Kanal Harekatından yorgun düşmüş Mehmetçiğin yazdığı kahramanlık destanının yıldönümü.., 34 yaşındaki Tümen Komutanı Albay Mustafa KEMAL’in askeri deha ve öngörüsünü ortaya çıkaran varoluş mücadelesi. Bütün şehitlerimizi şükran ve minnetle anıyoruz.

  1. ALAY ŞEHİTLİĞİ
 ÇANAKKALE’DE BİR KATİL     15 Mart 2012 blank Fotoğrafını görmüştüm. Tıpkı O’na benziyordu. Çekik gözleri, yuvarlak çehresiyle üzak doğulu insanları andırıyordu. Belki de bir Aborjin’di. (1) Avustralya Ordu üniforması ve  madalyalarıyla bu genç yüzbaşıyı bakanın yanında görünce hemen Billy Sing’i anımsadım. Kimine göre 200, bazılarına göre 300’ün üzerinde Türk Askerini tek atışla öldüren keskin nişancı sanki karşımdaydı. 13 Nisan 2011 Çarşamba günü Avustralya Büyükelçiliği’nden Dilara Hanım aramış, Çanakkale’deki törenlere katılmak üzere Gaziler Bakanı Warren Snowdon’un ülkemize geleceğini bildirmiş, bu arada 21 Nisan günü de derneğinizi (2) ziyaret etmesi mümkün olabilir mi diye sormuştu. Bu ziyaretten memnuniyet duyacağımızı belirtmiştim. Bu arada belki de  Kore ve Kıbrıs gazilerine bir madalya bile veremeyen devletimizin, Çanakkale’yi geçemeyen emperyalistlerin arasında yer alan Avustralyalıların gazilerine verdiği önem karşısında etkilenebileceğini  düşünmüştüm. 21 Nisan günü  başındaki Anzak fötr şapkası ve Büyükelçinin de dahil olduğu heyetle derneğimize gelen bakanın yanındaki yüzbaşıdan gözlerimi ayıramıyordum. Toplantı salonunda savaş anılarıyla gelişen sohbet ortamında bir ara konuğumuza dönerek; “ Billy Sing’i korumanız olarak beraberinizde getirmişsiniz Sayın Bakan” dedim. Espriyi anlayamadı. Yanındakiler açıklamaya çalışırken, ben yüzbaşıya bakarak “ O, Çanakkale Savaşlarında çok ün kazanan bir keskin nişancınızdı” diyerek şakama son verdim.  KİMDİ BU BILLY SING ? Asıl adı William Edward Sing olan bu Avustralyalı keskin nişancı, soğukkanlı bir katildi. Avustralya’nın Queensland bölgesinden gelen 5’nci  Avustralya Hafif Süvari Alayının  askerlerinden olan Billy Sing,  iyi silah kullanan, at binme, iz sürme ve iyi mesafe tayin edebilme yetenekleri olan bir köy çocuğuydu. Proserpine avcı kulübünün üyesiydi ve yaşadığı Clermont’ta ünlü bir kanguru avcısıydı. 24 Ekim 1914’de askere yazıldı ve kısa bir eğitimden sonra Noel’den beş gün önce birliğiyle Mısır’a geldi. Burada eğitime devam eden 5’nci Hafif Süvari Alayı, 16 Mayıs’ta Gelibolu’ya sevk edildi. 1915 Haziran ayının başında Türk topraklarına ayak basan hafif süvariler ilk günlerde piyade taburları arasında deneyim kazandılar. Ay sonuna doğru deniz kenarına yakın Süngü Bayırı  mevkiinde konuşlanan birliklerine geri döndüler. Billy Sing avcılığını burada göstermeye başladı ve adını ilk bu bölgede duyurdu. Tan yeri ağarmadan gizleneceği yere yerleşiyor, kamuflajını yapıyor, hiç kımıldamadan sabırla gece karanlığına kadar bekliyordu. Keskin nişancı ve yanındaki hedefcisi yerlerini aldıktan sonra gözlerini Türk siperlerinden hiç ayırmıyor, kolay bir hedef arıyorlardı. Vatanlarını savunmak üzere akın akın Çanakkale’ye gelen acemi ve meraklı Türk askerleri Sing için kolay bir av oluyordu. Bazen bütün bir gün beklemekle geçiyor, bazen de bir günde 9 Türk askerini öldürmesine ilişkin haberler işgalciler arasında moral kaynağı oluyor, bu arada Sing’in ünü günden güne büyüyordu. Sing’in bu başarıları Anzak Kolordusu Komutanı General William Birdwood’u ve diğer bütün komutanları da etkilemişti. 5’nci  Hafif  Süvari Alayı subaylarından Bnb. S. Midgely  bir  gün  O’na, “böyle soğukkanlılıkla insanları nasıl öldürüyorsun” diye sorduğunda; “piçleri vurmak uykularımı kaçırmıyor” yanıtını alınca çok şaşırmıştı. Billy Sing’in bu ünü Türk siperlerinde de konuşuluyor ve moral bozucu bir etki yaratıyordu. Kimin silahından çıktığı belli olan ama nereden atıldığı bilinmeyen bu tek kurşunlarla şehit olan Mehmetçiklerin her gün artan sayısı üzüntü veriyor, moral bozuyordu. Buna bir çare bulunmalı, bu katil mutlaka ortadan kaldırılmalıydı. Bir süre sonra Türk tarafında da bir avcının ünü yayılmaya başladı. 25 Nisan günü şafak sökerken büyük hayallerle ayak bastıkları yarımadada hedeflerine ulaşamayan Anzaklar, sıkıntı ve sabırsızlıklarının etkisiyle disiplinden uzaklaşıyor ve bunun sonucu Türk avcıya kolay hedef oluyorlardı. Ama O’nun gerçek hedefi Billy Sing’ti. O gün, yine Sing ve hedefçisi Tom Sheenan yerlerini  almış, Türk siperlerini gözetliyor, bir kıpırtı, bir hareket arıyorlardı. Aniden gelen bir mermi hedefçinin teleskopunu parçaladıktan sonra her iki elini deldi ve ağzından girerek sol yanağından çıktı. Hızı kesilen mermi Sing’in sağ omuzunu hafifçe yaraladı. Tom Sheenan hemen ülkesine geri gönderildi  Sing ise birkaç hafta dinlendirildikten sonra tekrar görev bölgesine döndü. İş ciddileşmiş, korkunç bir düello başlamıştı. Sing karşısındaki rakibinin hafife alınamayacağını anladı. İkisi de aynı yöntemi kullanıyor, sabır ve dikkat son sınırlara kadar zorlanıyordu. Avustralyalılar Türk keskin nişancıya “Korkunç Abdül” adını takmışlardı. Günlerce birbirlerini takip ettiler, sabırla ve sükunetle gözlediler, uygun ortamı yakalamaya çalıştılar. Nihayet bir gün  göz göze geldiler. İkisi de son pozisyonlarını aldı, namlular hedefe yöneldi. Düellonun sonu gelmişti. İkisi de nişan aldı ve tetiği çekti. O anda Abdül’ün iki gözünün arasına giren kurşun bu düelloyu sona erdirdi. Yerleri belirlenen Sing ve hedefçisi hemen kaçtılar. Çünkü yoğun bir topçu ateşi gizlendikleri yeri hallaç pamuğu gibi atmaya başlamıştı. 23 Ekim 1915 ‘te General Birdwood bir bildiri yayınlayarak o güne kadar 201 Türk öldüren Sing’i resmi ağızla kahraman ilan etti. İngiliz ve Amerikan gazetelerinde O’nun hakkında övgü dolu yazılar yayınlandı. Artık bütün dünya bu keskin nişancı katili tanıyordu. Daha sonra, 1916 yılı Ağustos  ayında  31’nci Piyade Taburuna katılan Sing birliğiyle İngiltere’ye, oradan da Fransa cephesine gönderildi. Hastalanması ve aldığı yaralar nedeniyle tedavi edilmek üzere İskoçya’ ya gittiğinde  bir gemi aşçısının kızı olan garson Elizabeth Stewart ile 29 Haziran 1917’de Edinburgh’ta evlendi. Billy ve Elizabeth 1919 yılı başlarında Avustralya’ya döndüler. Proserpine’e ulaştıklarında kasaba halkı bando ve çiçeklerle onları karşıladı. Edinburgh gibi bir tarih ve kültür zengini kentten, maden diyarı Clermont’a  gelmek Elizabeth’e pek yaramadı. Bir süre sonra ortadan kayboldu. Sing ise bir altın madeninde çalışmaya başladı. Bu arada sağlığı iyice bozuldu. Ama asla doktora gitmiyor, tedavi olmak istemiyordu. 19 Mayıs 1943 günü kalp damarlarından biri patladı. Bir odasına sığındığı evde 57 yaşında iken tek başına sefalet içinde öldü. Cebinde sadece 5 şilin parası ve tek değerli eşyası olan şapkası kalmıştı. Bakanı uğurladıktan iki gün sonra her yıl olduğu gibi biz de 50 kişiden oluşan gazi kıtasıyla, Yarbay Mustafa KEMAL’in  Tümen Komutanı olarak görev yaptığı ve savaşın kaderini değiştirdiği   kara savaşlarının başladığı 25 Nisan törenlerine katılmak üzere Çanakkale’ye hareket ettik. Binlerce Anzak’ın da katıldığı Gelibolu’daki törenlerde zaman zaman Avustralyalı Bakanla birlikte olduk.. Şehitlik ve tören alanlarında yaptığı konuşmalarda genellikle iki ülke arasında oluşan dostluğu, Türk askerine ve Atatürk’e olan saygıyı  vurgulaması anlamlı ve olumluydu. Tarihte yaşanmış ama pek bilinmeyen yukarıda yazılanları sizinle paylaşmak düşüncesi ve Çanakkale Deniz Savaşının 97. yıldönümü olan 18 Mart Şehitler Günü nedeniyle, vatan ve milletimiz için canlarını seve seve feda eden  tüm şehitlerimizi rahmetle anıyor, aziz hatıraları önünde saygıyla eğiliyorum. Ruhları şad olsun.
  • Aborjin-Avustralya yerlilerinin adı
  • Türkiye Muharip Gaziler Derneği
 Postalın içinde kalan kopmuş bir ayak  ÇANAKKALE’YE PİKNİĞE Mİ GELMİŞTİNİZ ?     07 Mayıs 2009 blank Çanakkale Savaşı’na katılmış İngiliz Üsteğmen Cosey anlatıyor: “25 Nisan 1915 günü Conkbayırı’nda muharebe bütün şiddetiyle devam ediyordu. Biraz önce süngü savaşı sona ermiş, taraflar siperlerine çekilmişti. Birbirinden 7-8 metre uzaklıkta olan siperlerin tam ortasında bir bacağı kopmak üzere olan bir İngiliz yüzbaşı imdat istiyor, help, help diye bağırıyor ve ağlıyordu. Atılan mermilerden kimse kımıldayamıyor, siperden başını bile kaldırıp bakamıyordu. Tam o sırada Türk siperlerinden bir dal parçasına bağlanmış beyaz bir çamaşır yükselmeye başladı. Kimse buna anlam veremedi. Az sonra o dal parçasını sallayarak siperinden çıkan bir Türk askeri ağır ve vakur adımlarla yaralı İngilizin yanına gitti. Yumuşak bir biçimde, incitmeden O’nu yerden kaldırdı, kucağına aldı ve taşıyarak İngiliz siperlerinin önüne bıraktı. Herkes çok şaşırmıştı..Yine aynı ağır ve vakur adımlarla kendi siperine dönen babayiğit Türk askerinin adı hiç öğrenilemedi.” Savaş  sonrası ülkesine dönen Üsteğmen Cosey bir süre sonra Avustralya Genel Valisi oldu ve bu anısını bu ülkedeki ilk Büyükelçimiz Baha Vefa KARATAY’a anlattı. Çanakkale’ye gidip Gelibolu’da bu olayın anıtlaşmış heykelini gören birçok kişinin, bu Türk askerinin tüm insanlığa örnek olan bu davranışının anlamını doğru yorumladığını hiç sanmıyorum. Her yıl olduğu gibi bu yılda Genelkurmay Başkanlığı’nın görevlendirmesiyle 50 kişilik bir gazi grubuyla 94 ncü yıl anma törenlerine katıldık. O duyguları bir kez daha yaşadık. 23-26 Nisan günleri düzenlenen törenlerde 17 bin dolayındaki Anzak’la birlikte Avustralya Dışişleri Bakanı ve Yeni Zelanda Genel Valisi de vardı. Abide önündeki tören alanındaki konuşmasında ne diyordu Avustralyalı Bakan Stephen SMİTH ? “ Burada Türk halkının çektiği büyük acıya saygı duyuyoruz ve bir neslin büyük acı ve fedakarlıktan inşa ettiği gururlu millet için derin saygılarımızı sunuyoruz. Bu, bizleri milletinin ve insanlarının kalbine yeniden kabul etmesiyle Türk halkının her yıl güçlendirdiği bir dostluktur.”  GÜNEY AVUSTRALYA PARLAMENTOSU  SOYKIRIM KARARINI KABUL ETTİ  Daha 10 gün önce Çanakkale’de birlikteydik. Savaş alanlarını birlikte gezdik, hüzünlendik, duygulandık ve birlikte gururlandık. Barış ve dostluğa vurgular yaptık. Bu mu sizin barışseverliğiniz, dostluk anlayışınız? Melburn Başkonsolosluğumuzdan 01.05.2009 tarih ve 1263 sayı ile bana da ulaşan bir mesaj aynen şöyle: “30 Nisan 2009 günü Güney Avustralya Parlamentosu Alt Meclisi’nde soykırım tasarısı oybirliğiyle kabul edildi. Onaylanan tasarıda sadece Ermeni Soykırımı değil, Osmanlı döneminde 1915-1922 yıllarında Pontus Soykırımı ve diğer Hristiyan azınlıklara yönelik soykırım iddiasına da yer verildi ve bunun insanlığa karşı işlenen en büyük suçlardan biri olduğu savunuldu. Daha önce parlamentonun üst kanadı da Ermeni Soykırımını tanıyan bir karar almıştı. Benzer bir karar Yeni Güney Galler eyaletinde de alınmıştı.” Söz konusu karar 6 farklı başlıktan oluşuyor. kabul  edilen yasa tasarısı 1915-1922 yılları arasında Ermeni, Yunan, Suriye ve diğer etnik toplumlara büyük insanlık suçu işlendiğini, masum erkek, kadın ve çocuklara yönelik ilk modern soykırım olduğunun yanı sıra Ortodoks ve Katoliklere din, ırk ve kültürel anlamda soykırım uygulandığını da  içeriyor Güney Avustralya Parlamentosu ayrıca alınan kararın ardından Avustralya Federal Hükümeti’ne de bu yönde karar alması yolunda çağrıda bulunuyor. Bu gelişme karşısında Avustralya’da yaşayan Türkler büyük bir öfke ve kırgınlık içindeler. Sivil toplum kuruluşları çeşitli yollarla tepkilerini dile getiriyorlar. Ayrıca, Canberra’daki Büyükelçiliğimizden bugün gelen ekteki basın açıklamasında da görüldüğü gibi; olay resmi düzeyde de izleniyor. Bu nasıl bir ikiyüzlülüktür, nasıl bir çifte standarttır ? Bunu anlamak mümkün değil. Yalanın ve iftiranın düzeyine bir bakın. “İlk modern soykırımı yapmışız…” Almanların Yahudileri topluca fırınlarda yaktıkları gibi mi? Yoksa, “bu kış soğuk olacak, üşümesinler”  diyerek tifus mikrobu şırınga ettikleri battaniyelerle Kızılderililerin kökünü kurutan Amerikalılar gibi mi? Ya da dokumacılığı çökertmek için, atalarınız İngilizlerin, Hintli ustaların kollarını ve bileklerinden ellerini kestikleri gibi mi ?  Dahası var; 1.Dünya Savaşı’nda Filistin cephesinde esir düşen, İskenderiye yakınlarındaki Seydibeşir Usame Kampındaki 48 nci Alaya mensup 15 bin Osmanlı askerini  krizol  katılmış havuzlara zorla sokarak kör ettikleri gibi mi? Dahil olduğunuz İngiliz Milletler Topluluğu’nun  yüzyıllardır sömürdüğü dünyanın her tarafındaki ülkelere bir bakın. İngilizlerden önce adanızda kimler yaşıyordu ? 18.yüzyılda İngilizler gelmeden orada 300 bin Aborjin vardı. Atalarınızın katliamlarıyla kısa sürede sayıları 45 bine düşmüştü. Genel valilerle yönetilen Hint Yarımadası’nda öldürülen yüzbinlerce insanın katili kim ? Kuzey ve Güney Amerika’daki Kızılderililer ile İnka ve Aztek’leri kim yok etti ? Ya Afrikada’ki zavallı Kunta Kinteleri ? Peki günümüzde yaşanan soykırımların hesabını kim verecek? Afganistan’da, Azerbaycan’da, Hocalı’daki katliamların, Birleşmiş Milletler askerinin gözü önünde Srebrenica’da katledilen Boşnakların hesabını kim verecek ? 5 yıldır her türlü silahın denendiği,1,5 milyon müslümanın öldürüldüğü Irak’taki soykırımın bedelini kim ödeyecek ? blank Bizi yapmadığımız bir soykırımla suçluyor, bununla ilgili parlamentolarınızda kararlar alıyor, oybirliğiyle kanunlar çıkarıyorsunuz. Sadece Çanakkale’de değil, yazımızın başında anlattığımız, Türk’ün vicdanını, yardımseverliğini ve düşmanından bile esirgemediği insancıllığını konu alan tarihimizde o kadar çok olay var ki; bunu sizler daha iyi biliyorsunuz. Balkanlarda, Kafkasya’da,  Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da karşılaştığı insanlık dışı her türlü zulüm ve ihanet sonucu elinde kalan son toprak parçası Anadolu’yu kurtarmak için çırpınan mazlum bir ulusun yüzyıllardır kardeşçe yaşadığı Ermenileri kışkırtan siz değil miydiniz? Bir çok kişi Çanakkale savaşları ile Sarıkamış faciasının hemen hemen aynı tarihlerde yaşandığını bilmez. Çanakkale’de 250 bin, Sarıkamış’ta 90 bin vatan evladının şehadetinden bahseder bazı tarihçiler…Bu rakamlar tartışmalıdır. Bazıları bunu abartılı bulurlar. 3 Kasım 1914’ten 13 Ocak 1916’ya kadar devam eden Çanakkale Savaşlarında gerçek böyle olsa da; şehit olanın elinden tüfeğini alarak savaşmaya devam eden bir ordunun, bu yoksulluk ve koşullar altında 1,5 milyon Ermeni’yi yok etmesi mümkün müdür ? Dünyanın en büyük gücü olan ve 150 parçadan oluşan Müttefik Donanmasının topu, tüfeği, uçağıyla ve 600 binlik mevcuduyla yapamadığını, yorgun, bitkin, lojistik destekten ve silahtan yoksun bir ulus nasıl yapabilir ? Şimdi sizlere, bizi soykırımla suçlayan asıl soykırımcılara soruyoruz. Binlerce millik yoldan ve bir ay süren bir deniz yolculuğundan sonra siz Çanakkale’de ne arıyordunuz ? GELİBOLU’DA PİKNİK YAPMAYA MI GELMİŞTİNİZ ?