Öyle kentlerdir ki onlar, harcı emekle, duvarı sabırla, çatısı umutla örülür. Karabük, işte böylesi kentlerin en nadide örneklerinden biridir. Demirin ruh verdiği bu şehir, yalnızca fabrikaların değil; acıların, özlemlerin ve en nihayetinde birlik ve beraberliğin de yurdudur.
Ancak her kentin bir de sesi vardır. Duyulması gereken, vicdanları titreten, halkla birlikte atan bir yürek sesi… O da basındır. Lakin ne hazindir ki Karabük’te bu ses zamanla çatallaşmış, berraklığını yitirmiştir. Oysa basın; yalnızca emeğin, alın terinin gölgesinde serpilen bir yaprak değil, bizatihi kamu vicdanının toprağında kök salması gereken bir çınar olmalıydı.
Basının varlık sebebi; şehri yönetenle yönetileni buluşturmak değil, hakikati eğip bükmeden ortaya koymaktır. Ne yazık ki Karabük basını, bu misyonu unutarak kimi zaman siyasetle dans etmiş, kimi zaman sermayenin gölgesinde serinlemeyi tercih etmiştir. Bu tercih, kentin birlik zeminini aşındırmış, toplumsal hafızada derin çatlaklar bırakmıştır.
Oysa basın; menfaatin değil hakikatin peşinden koşmalıydı. Kentin ortak aklını mayalayan, farklılıkları bir potada eriten, halkı birleştiren bir vicdan olmalıydı. Karabük’ün basını ise ne yazık ki çoğu zaman bu sorumluluğun uzağında kalmış, kamu yararını kişisel hesaplarla takas etmiştir.
Bir kent, basını kadar özgürdür; bir halk, basını kadar güçlü. Eğer gazeteci, elindeki kalemi kamu menfaatinin terazisine değil, kişisel menfaatin defterine koyarsa; orada haber değil, reklam yapılır. Orada hakikat değil, propaganda büyür.
Karabük’ün yeniden bir medya vicdanına ihtiyacı var. Emeğin sözcülüğünü yapan değil, emeğin değerini yaşatan; çıkar ilişkileriyle değil, etik ilkelerle konuşan; ayrıştıran değil, birleştiren bir basın anlayışına…
Bugün bu dönüşüm hayal değil. Yeter ki, gazeteci ünvanı taşıyan herkes, aynaya bir kez değil bin kez bakıp kendine şu soruyu sorabilsin: Ben kimin için yazıyorum?