Karabük Haber Postası Karabük Haber Postası

İÇİMİZ BURUK TA OLSA; ÇALIŞAN GAZETECİLER GÜNÜ’NÜ KUTLUYOR, DOĞRU BİLGİ, GERÇEK HABER İÇİN BÜYÜK BİR ÖZVERİ ORTAYA KOYAN TÜM GAZETECİLERİ VE BASIN EMEKÇİLERİNİ SAYGIYLA SELAMLIYORUM

Köşe Yazıları Yayın: 10.01.2022 11:43

Milliyet Gazetesi’nin 1980’li yıllarda tarih ve kültür eki olarak verdiği Yakın Tarihimiz adlı fasiküllerden yararlanarak hazırladığım aşağıdaki anımsatmayla, 140 yıl önce yaşadığımız bir dönemden küçük bir kesit sunmak istedim. Değerlendirmeyi siz sayın okurlara bırakıyorum.

.

ÇALIŞAMAYAN (!) GAZETECİLER GÜNÜ…

“SANSÜRÜN ADI ERİŞİM YASAĞI OLDU”

 

Gazeteciler işlerini kaybediyor, kovuşturmaya uğruyor, yargılanıyorken, bazıları da hapse atılıyor. Haberlere erişim yasağı getiriliyor, görsel ve yazılı medyada kapatmalar ve işten çıkarmalar günlük ve sıradan olaylar haline geliyor.

 

Bu yaşadığımız süreç, basını susturmak için II. Abdülhamid dönemini ve Demokrat Parti’nin 1959’daki Tahkikat Komisyonu’nu hatırlatıyor. Bu yazımızda günümüzden 140 yıl önce yaşanan benzerlikleri konu ediyoruz.

 

Lafı bile edilemezdi. Bir yazıda ya da bir konuşmada “burun” demek suç sayılıyordu. Hatta, Hüseyin Cahit YALÇIN, İzlanda Balıkçısı adlı romanı Türkçeye çevirirken bir coğrafi terim olan burun sözcüğü yerine “karaların denizlere doğru uzamış bölümlerı” diye yazmak zorunda kalıyordu. Sadece bu sözcük değil, müsavat, istibdat, dinamo, Kanun-i Esasi, beynelmilel, kargaşa, anarşi, suikast, veliaht, cumhuriyet, yıldız, mebus, infilak gibi yasaklanan binlerce sözcüğün yanı sıra, içeriğinde bu sözcükler yer alan gazete ve dergiler kapatılıyor, klasik kitaplar dahi çuvallarla toplanıp Çemberlitaş Hamamında yakılıyordu.

 

BURUN sözcüğünün özel bir önemi vardı. Oldukça iri bir burnu olan Padişah İkinci Abdülhamit bu konuda çok hassastı. Gayet doğal olan bu durumdan belli ki rahatsızdı ve karşıtlarının bunu bir aşağılama olarak kullandıklarını düşünüyordu.

 

Oysa Padişah 1876’da tahta çıkarken ülkeyi Meşrutiyet’le yöneteceğine dair senet vermişti. Saltanatının ilk aylarında sözü doğrultusunda bir yönetim sergiledi. Dört ay sonra ilk anayasa sayılan Kanun-i Esasi’yi ilan etti. 19 Mart 1877’de Meclis-i Mebusan’ın toplanmasını sağladı. Ancak kısa bir süre sonra gerçek yüzünü göstermeye başladı. V. Murat’ın tahttan indirilerek padişah olmasında önemli isimlerden biri olan ve Taif’e sürgüne gönderip öldürttüğü Sadrazam Mithat Paşa’yla baskıcı kişiliği ortaya çıktı. Ardından Osmanlı-Rus Savaşı bahanesiyle Meclis-i Mebusan’ı kapatarak bir diktatöre dönüştü. Kuşkucu ve kuruntulu bir kişiliğe sahipti. Bu yapısı, V. Murat’ı yeniden tahta geçirmek için yapılan suikast girişimleri sonucu O’nu korku ve endişe içine itti.

 

Abdülhamit, adeta bir polis devleti haline getirdiği ülkede tahtını ancak baskıcı bir istibdat rejimiyle koruyabileceğini düşünüyordu. Bu rejimin zaptiyeleri dışında diğer unsurlarını oluşturan özel mahkemeler ve jurnal sisteminin yanı sıra sansür de önemli uygulamalar arasındaydı. Ülke adeta yasaklar ülkesi haline gelmiş, herkes birbirinden şüphe eder olmuş, korku ve endişe günlük yaşama dönüşmüştü. Sahte ihbarlarla insanlar tutuklanıyor, dönemin etkili gazeteleri olan Vatan, İbret, Muhbir, Diyojen vb. kapatılıyor, Hamlet, Kral Lear, Macbeth, Kral Oidipus gibi tiyatro oyunları yasaklanıyor, yayınlardaki dizgi yanlışları dahi suç sayılıyordu. Baskılar karşısında Basiret Gazetesi “makinemiz bozuldu” diyerek yayınına ara veriyor, Sabah Gazetesi ise, sansüre takılan yazıların yerini boş bırakıyordu.

 

Bütün bunlar Yıldız Sarayı’ndan Matbuat Müdürlüğü’ne gönderilen aşağıda yer verdiğimiz dokuz maddelik gizli sansür yönetmeliğine göre yapılıyordu

 

1- Her şeyden önce dünya değer padişah hazretlerinin sağlığı, memlekette ticaret ve sanayin ilerlemesi üzerine havadis yazılacaktır.

2- Ahlak bakımından yayınlanmasında sakınca olmadığı Maarif Nazırı Paşa hazretleri tarafından tasdik edilmedikçe hiçbir tefrikanın yayınlanmaması,

3- Hepsi bir nüshaya konulamayacak kadar uzun edebiyat ve fen makalelerinin yayınlanmasında “mabadı var” ya da “mabadı yarına” ibarelerinin kullanılmaması,

4- Bir makalede beyaz yerler ve noktalarla boş yerler bırakılması, birtakım uygunsuz varsayımlara ve zihniyet karıştırmaya sebep olacağı için, bunlara kesinlikle meydan verilmemesi,

5- Şahsiyata kesinlikle meydan verilmeyip bir vali ya da mutasarrıfın hırsızlık, yiyicilik, öldürme ya da çirkin iş işlemiş olduğu söylenecek olursa, bunun doğruluğunun ispat olunamadığı bildirilerek saklanması ve yayınlanmasına asla müsaade olunmaması,

6- Vilayetler ahalisinden bir kişinin ya da bir topluluğun, hükümetin yolsuzluğundan şikayetlerinin ve yüce Padişah’a duyurulmasını bildiren kağıt ve dilekçelerinin yayınlanmasının kesinlikle yasaklanmasını,

7- Ermenistan sözcüğü gibi tarih ve coğrafyayla ilgili adların anılması yasaktır.

8- Yabancı hükümdarlar aleyhine yapılan suikast girişimlerinin ya da yabancı memleketlerde yapılacak kargaşa çıkarıcı gösterilerin sadık ve kendi halinde ahalimizce bilinmesi uygun olmadığından, bunların herhangi bir biçimde ve yolda olursa olsun, kesinlikle yayınlanmaması,

9- Bu yönetmelikten gazete sütunlarında söz edilmesi bazı kötü düşünce sahiplerinin yersiz eleştirme ve görüşlerine yol açacağından bundan şiddetle sakınılması.

 

SERKATİB-İ HAZRET-İ ŞEHRİYARİ TAHSİN

 

Ben pek benzerlik göremedim (!) ama durum bu Sayın Okurlar.,

Paylaş:

Görüş Bildir

Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.

“…CEK” LERE, “…CAK” LARA KARNIMIZ TOK. İCRAAT GÖRELİM ARTIK!

Manşet Yayın: 28.04.2024 15:24
“…CEK” LERE, “…CAK” LARA KARNIMIZ TOK. İCRAAT GÖRELİM ARTIK!

Mücadele edile CEK, Göz açtırılmaya CAK, Fırsat verilmeye CEK, Kapatıla CAK, Ceza kesile CEK….
Vatandaşının hakkını korumak, hırsızla, arsızla, fırsatçıyla mücadele etmek devletin asli görevlerinden değil mi?

Bu düpedüz; soygun, gasp, arsızlık, hırsızlık, şerefsizlik, ahlaksızlık, utanmazlık, gözü dönmüşlük.. hatta vatan hainliği.
Türkiye Cumhuriyeti tarihinde eşi benzeri görülmemiş biçimde gıda terörü ile karşı karşıyayız. Bu artık bir milli güvenlik sorunu haline geldi.
Kimdir bunlar? Gıda kartelleri mi? Aracılar mı? Tefeciler mi? Fırsatçılar mı? Bunlara neden bir dur diyen yok! Özellikle mi sessiz kalınıyor? “Serbest piyasa diyerek seyirci mi kalacağız? Meydanı bunlara mı bırakacağız? Elimizi kolumuzu bağlayan ne? Bu işin sonu nereye varacak?

Et 600 TL oldu. Almanya’da 11.58 Euro bizim paramızla 405 TL. Bizim emeklimiz 10 bin TL. olan maaşının tamamı ile Türkiye’de 16.5 kg et alabilirken, Almanya’nın emeklisi70 bin TL (2 bin Euro) maaşıyla173 kg et alabiliyor. Yani danayı bütünüyle alıyor. Eti ithal ediyoruz. Kilo gramını kaç TL den ithal ediyoruz? İç piyasaya kaç TL den veriyoruz? Bilen var mı?
Antep fıstığını bizden alıyorlar.
Biz 1kg fıstığı 900 liraya yerken onlar 525 liraya (11.98€) yiyor.
Dünyanın en büyük fındık üreticisi Türkiye. Biz fındığın kiloğramına 740 lira verirken Almanlar bizden aldığı fındığı 400 liraya (11.45€) satıyor.
Kuru kayısıyı da bizden alıyorlar.
Bizde 600 lira, onlarda 420 lira (11.99€) İşin ilginci alım güçleri bizden neredeyse 10 kat daha fazla.
Bu rezilliği ne ile izah edebilirsiniz? Bunu açıklayabilecek bir yetkili yada sorumlu var mı ?
Marketlerde hergün etiketler yenileniyor. Birileri piyasaları belirliyor. Maliyeti 5 kuruş olan ürünler bile 10 katına hatta 100 katına satılıyor. Düşük maliyetli, küçük kalemlerde vurgun çok daha büyük. 5 TL ile gidin markete, bakın bakalım alabilecek bir şey bulabilecek misiniz ?
Hadi, “üretmeden çılgınca tüketen bir toplum haline geldik. İşte o yüzden bunlar” diyelim. Ama öyle değil! Tamam, yeteri kadar üretmemenin bedelini çok ağır ödüyoruz zaten. Fakat bu bambaşka bir şey. Yukarıda Almanya örneğini verdim. Adamlar bizim ürettiğimiz bir ürünü neredeyse bizim yarı fiyatımıza alıyor.

“…Cek”lere, “…Cak”lara karnımız tok! Eeee, hadi icraat görelim artık.

İlyas Erbay