Karabük Haber Postası Karabük Haber Postası

ABD HİÇ OSMANLI TOKADI YEDİ Mİ ?                                                

Köşe Yazıları Yayın: 22.02.2018 08:36

 Yedi,  hem de en sunturlusunu.,

Birkaç gün önce sayın Cumhurbaşkanı, ABD yetkililerinden birinin Münbiç konusunda, “bizi vururlarsa sert karşılık veririz” sözlerine “ ömürlerinde hiç Osmanlı tokadı yememiş oldukları çok açık” şeklinde bir gönderme yaptı.

1766 yılına kadar sömürgesi olduğu İngiltere’ye karşı verdiği bağımsızlık mücadelesini kazanan ABD, diğer ülkelerle ilişki kurmak, ticari ve ekonomik olarak gelişmek istiyordu. Bu amaçla denizlere açılmak öncelikli hedefleri arasındaydı.

Akdeniz, 18. yüzyılın sonlarına kadar adeta bir Türk gölüydü ve Kuzey Afrika Osmanlı hakimiyeti altındaydı. “Garp Ocakları” denilen bu bölge, Tunus, Cezayir ve Trablusgarp adıyla üç eyalete bölünmüştü. İstanbul’dan atanan valilere karşın bu eyaletlerin iç meselelerine karışmak istemeyen Osmanlı sorunların çözümünü eyaletlerin ileri gelenlerinden oluşan “divan”lara bırakmıştı. Bu ileri gelenler içlerinden birini reis olarak seçer, padişahın onayından sonra “Bey” veya “Dayı” ünvanını alan kişi hükümdarın vekili sıfatıyla kendi kadrosunu kurarak eyaletin yöneticisi kabul edilirdi.

Özellikle ege kıyılarından seçilen askerlerin ve leventlerin oluşturduğu Osmanlı gemileri Akdeniz’de devriye geziyor, imparatorlukla ticaret ve Türk denizlerinde dolaşma anlaşması yapmamış olan gemileri yakalıyor, personelini esir alıyor ve mallarını yağmalıyordu. Bir anlamda korsanlık ta sayılan bu faaliyet İstanbul’un sıkı bir kontrolu altında yapılıyordu.

Bu dönemde Türklerin egemenliğindeki Akdeniz’de rahatça dolaşabilmek için Fransa yıllık 200 bin, İngiltere ise 280 bin İspanyol Doları Osmanlı’ya vergi veriyordu.

İşte kuruluşundan yaklaşık yirmi yıl sonra ABD gemileri Akdeniz’e girmeye, yeni limanlara  ulaşarak ticari gelirlerini artırmaya heveslendi. ABD’nin Osmanlı ile bu bağlamda bir anlaşması yoktu. 25 Temmuz 1785’ te Boston limanına kayıtlı Kaptan Isaak Stevens’in Maria gemisi, ardından Philadelphia limanına kayıtlı Kaptan O’brien’in Dauphin isimli gemisi esir alındı., malları yağmalandı, personeli Cezayir’e götürüldü. 1793 Ekim ve Kasım aylarında 11 Amerikan gemisi daha aynı akıbete uğrayınca ABD Kongresi 27 Mart 1794’te Osmanlı Denizcilerine karşı koyabilecek bir donanma için savaş gemileri inşa edilmesini kabul etti  ve bu amaçla Başkan George Washington’a 680 bin dolarlık bir harcama yetkisi verdi.

 

Bu arada Başkan olayların yarattığı endişe nedeniyle kongreyi bilgilendirerek  1795 yılında Joseph Donaldson Jr. Başkanlığında bir heyeti anlaşma yapmak üzere Cezayir’e gönderdi.

Heyet Cezayir Dayısı Hasan Paşa ile görüşerek Akdeniz’de ABD gemilerinin, taşıdığı yükün ve personelinin korunması için Osmanlı’dan ricada bulundu. Osmanlı bu korumayı üstlendi ve   Cezayir Dayısı Hasan Paşa ile Joseph Donaldson Jr. bu anlaşmayı ülkeleri adına imzaladılar. Barış ve dostluk anlaşması olarak tarihe geçen bu anlaşma, 2 Mart 1796’da ABD Senatosu tarafından da onaylandı.

Anlaşmaya göre Cezayir’de bulunan esirlerin bırakılması için Hasan Paşa’ya 642 bin 500 dolar haraç verildi. Ayrıca ABD her yıl için 21 bin 600 dolar tutan bir vergi de ödeyecekti. Yalnız bu anlaşmanın bir özelliği vardı. Şimdikiler gibi değil !, İngilizce’de değil…Tamamı Osmanlıca kaleme alındı bu anlaşma ve her maddenin sonu da  “ VESSELAM “ diye bitiyordu.

Bu anlaşmayı  4 Kasım 1796’da Trablusgarp,  28 Ağustos 1798’de Tunus dayıları ile yapılan anlaşmalar izledi.

ABD, 1824 yılına kadar tam 29 yıl bu anlaşmaların gereği olan ödemelerini Osmanlı’ya düzenli olarak yaptı.

Günümüzden tam 223 yıl önce yediği bu tokadın acısını hala unutamamış olan ABD, “dost, müttefik, stratejik ortak” yutturmacalarıyla yaklaşık 150 yıldır;

Anadolu’da açtığı okullarıyla, konsoloslukları ve misyonerleriyle,

Wilson Prensipleriyle, Kürdistan, Ermenistan, Lazistan kurma çabalarıyla,

Marshall planlarıyla,

Havacılık sanayimizi baltalamasıyla,

Barış Gönüllüsü diye gönderdiği ajanlarıyla, İncirlik’ten havalanan U-2 casus uçaklarıyla,

1963-64’lerde Kıbrıs’ta soydaşlarımız katledilirken müdahale yapmamızı engellemesiyle,

Sözde soykırım şantajlarıyla,

Komünizm tehdidi ile bizi Sovyetler Birliği’nin hedefi yapmasıyla,

2 Ekim 1992’de NATO tatbikatında Saratoga uçak gemisinden atılan iki füzeyle Muavenet savaş gemimizi vurmasıyla,

Çekiç Gücü, Barzanisiyle,

17 Şubat 1993’te Eşref Paşa’nın uçağını düşürmesiyle,

Askerimizin başına çuval geçirmesiyle,

24 Temmuz 2002’de Nevada Çölü’nde gerçekleştirilen Türkiye’nin 96 saatte işgal edilmesi provasıyla,

Lozan’ı hala tanımamasıyla,

Darbeleriyle,

PKK’si, FETÖ’sü, PYD’siyle her halde bunun intikamını alıyor.

Fikret GÖKÇE

Kıbrıs Gazisi-Mak.Müh.

Paylaş:

Görüş Bildir

Gönderdiğiniz yorum moderasyon ekibi tarafından incelendikten sonra yayınlanacaktır.

KIBRIS KONUSUNDA UNUTULANLAR… ‘’Vicdan hatırlatır, tarih unutmaz…’’

Manşet Yayın: 06.05.2024 09:00 |Güncelleme:05.05.2024 13:40
Yazar:
KIBRIS KONUSUNDA UNUTULANLAR… ‘’Vicdan hatırlatır, tarih unutmaz…’’

Ne de çabuk geçiyor yıllar…

Kıbrıs konusu Türkiye’nin gündemine gireli 75 yıl, Türk ordusu Kıbrıs’a gireli 50 yıl olmuş. Yıllar geçti ama hiç değişmedi Kıbrıs… Adanın her yanı tarihi gerçekleriyle yaşıyor.

Her şey aynı…

Adada yaşayanlar, adanın sahilleri, adanın sıcaklığı, doğasının güzellikleri, insanlarının adalı halleri hep aynı. Ama değişmeyen tek şey; orada yaşayan insanların geleceğini değiştirme gayretleri…

Aslında bu gayretler 50’li yıllardan beri var. Bu gayretlerin başrol oyuncuları da Rum-Yunan ikilisi…

Sanki o küçücük adada sadece kendileri yaşıyorcasına hiç vazgeçmediler! Ada bizimdir dediler, adanın asıl sahibi Kıbrıs Türk Halkına adayı dar ettiler.

Tarih, özellikle Rumların adalı Türklere uyguladıkları nice mezalimlerle doludur…  Günümüzde hala Kıbrıs Türk Halkına uygulanan yaşam ambargoları bunun en çarpıcı örneğidir.

Rum-Yunan ikilisinin adayı ele geçirme oyunu 20 Temmuz 1974’te Türkiye tarafından bozulunca; işte o tarihten sonra bu oyunu dünyanın neredeyse her yerinde oynamaya başladılar. BM, AB, ABD, İngiltere ve aklınıza gelebilecek her platform onlar için Kıbrıs’ı ele geçirme sahnesi oldu. Hala olmaya devam ediyor.

Aslında bu oyun sahnesinde sergilenen ne varsa hepsinin başında ‘Kıbrıs Müzakeresi’ başlığı var! Ama bu başlığın içinde de talepler hep aynı:

  • Türkiye’nin ada üzerindeki garantörlüğü kabul edilemez,
  • Türk askeri adayı derhal terk etmelidir.
  • 1974’te Güneye göç eden Rumlara terk ettikleri ev, arazi ve malları verilmelidir,
  • Türklerin elinde bulunan toprakların önemli bir bölümü Rum tarafına verilmelidir,
  • Güneye göçen Rumlardan 200 bin kadarı yeniden kuzeye yerleşmelidir,
  • Adaya yerleşen Türkiyeli göçmenler adayı terk etmelidir.
  • Kıbrıs Türklerine azınlık haklarından bir fazlası dahi verilemez,
  • Adanın Yönetim şekli ‘’Birleşik Federal Kıbrıs Cumhuriyeti’’ olmalıdır,
  • Adada tek egemenlik, tek halk, tek kimlik geçerli olmalıdır…

İşte Rum-Yunan ikilisinin hiç değişmeyen talepleri özet olarak budur. Rum kesiminde hangi politikacı yönetime gelirse gelsin. Yukarıda sıraladığım bu taleplerden asla vazgeçemez. Çünkü bu talepler, Rum kilisesinin, Rum Ulusal Konseyinin değişmez kırmızıçizgileridir.

Pekiyi, Rum-Yunan ikilisinin bu talepleri karşısında Türk tarafı ne yapmıştır? Buna bir bakalım:

1968 yılından beri süregelen müzakerelerde hep iyi çocuk biz olalım da bu konu bir an önce çözülsün politikası yıllarca uygulanmış. Hatta bir ara Annan denen bir tuzak planla neredeyse adadaki tüm kazanımlarımızı kaybedeceğimiz sırada; yine Rumların bu plana hayır demesiyle ada elimizden kayıp gitmemiştir.

Sonraki yıllarda KKTC’yi yöneten Talat ve Akıncı dönemlerindeki verelim kurtulalım, Rumlarla iç içe yaşayalım gayretlerine rağmen; gerek Kıbrıs Türk Halkı, gerekse özellikle Türkiye hem müzakerelerde, hem de uluslararası platformlardaki tüm dayatmalara direnerek adayı bu ikiliye teslim etmemişlerdir.

Günümüze gelindiğinde artık ne Türkiye, ne de adada kurulan son Türk devleti KKTC’nin yönetimi; iki ayrı devlet, iki ayrı egemenlik, iki ayrı yönetim, iki ayrı halk gerçeği kabul edilmeden müzakere masasına gelmeyeceklerini net bir şekilde açıklamışlardır.

Son birkaç aydan beri BM gözetiminde Kıbrıs konusunda yeniden müzakerelerin başlaması için türlü gayretler sarf edilmektedir. Ama gelin görün ki, her defasında Türkiye’nin AB müzakerelerinin başlaması için konuyla hiç alakası olmayan Kıbrıs konusunu çözün dayatması ülkemizin önüne koyulmaktadır. Böylesi bir iki yüz yüzlülük görülmüş müdür?

Yazımın girişinde de belirttiğim gibi adada aslında değişen hiçbir şey yoktur. Değişen sadece zaman, o zamana sığan gerçeklerdir.

Adanın güneyinde Rumlar, kuzeyinde Türkler yaşamakta. Bu insanlar yaşam mücadelesi için her gün işlerine gidip gelmektedirler.

Rumların en büyük avantajı; haksız, hukuksuz kabul edildikleri AB üyeliği ile tüm dünyanın adanın yasal hükümeti olarak GKR yönetimini tanımış olmalarıdır.

Türklerin ise en büyük dezavantajı; yaşadıkları devleti Türkiye’den başka hiçbir devletin tanımamış olması, taşıdıkları kimliğin Türkiye hariç hiçbir ülke tarafından kabul görmemesidir.

Bundan önce kaleme almış olduğum, ‘’Kıbrıs Konusu Kabuk Bağladı’’ başlıklı yazımda bahsettiğim gerçekler hiç değişmemiş, hala geçerlidir. Bu yazımda belirtmiş olduğum hususlar ise Kıbrıs konusunda unutulanları yeniden hatırlatmak içindir.

Unutulmasın ki:

‘’Vicdan unutmaz, tarih hatırlatır…’’

 

Atilla Çilingir

www.atillacilingir.com

06 Mayıs 2024

 

 

 

 

Paylaş: